JAN KEETMAN
Azınlıklar konusu, Türkiye’de her zaman konuşulan bir konu değil. İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun hazırladığı türden bir raporsa hayli nadir görülen bir çalışma.
Türkiye, haftalardır kimler azınlık, kimlerin hangi hakları var gibi konular üzerine hararetli bir tartışma yaşıyor. Tartışmaları başlatan rapor, bu konunun hâlâ ne kadar hassas olduğunu gösterdi. İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun bir çalışma grubu, azınlıkların haklarına zemin teşkil eden bir rapor hazırladı. Burada temsil edilen görüşe göre, azınlıkların tanınması devleti zayıflatmaz, tam tersine güçlendirir bile.
Kaldı ki Türkiye, azınlıklar konusunun -özellikle de AB içinde- kendi tarihinde olduğundan çok daha farklı bir şekilde ele alındığı hususunu zamanın akışına bırakıp bu konuda gözlerini yumamaz.
Rapor, bir yılı aşkın bir süredir yarı resmi kurul içinde itilaf yaratıyor. Bu kurul içinde çeşitli bakanlıkların, jandarmanın ve istihbarat teşkilatının temsilcilerinin yanı sıra, bağımsız uzmanlar ve insan hakları örgütlerinden temsilciler yer alıyor. Bir toplantının sonunda, kurul üyesi 78 kişiden çoğunluğu toplantıyı terk ettikten sonra geriye kalan üyeler, raporu kurulun onayından geçirmiş. Raporu bir yandan hükümete bildirirken aynı zamanda da bir gazeteye göndermişler.
Bu sürecin garipliği bir yana, gösterilen tepkiler de çok sessizce geçiştirildi. Hükümet, özellikle de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, raporun içeriğine karşı mesafeli yaklaştı.
Kurulun toplantıları için kullanılan salonun kilitleri değiştirildi.
Kurulun bir üyesi, sahtekârlığın sorumlusu olarak başkanı gösteriyor. Basın, ikiye bölünmüş durumda.
Bir kısmı raporu oldukça ilginç bulurken, diğer bir kesim bunu devletin bütünlüğüne yönelik bir darbe olarak değerlendiriyor.
Bu kavga aslında Türkiye’nin kendisini yansıtıyor. Raporun da belirttiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra devlet yeni bir Türk kimliği temelleri üzerinde yeniden kuruldu. Bu kimliğin aynı zamanda devletin içinde yer alan etnik gruplardan biri olduğu çelişkisi ise tamamen yadsındı.
Modern Türkiye’nin kuruluş belgesi niteliği taşıyan Lozan Barış Antlaşması’nda (1923) Türk delegasyonu azınlık olarak sadece gayrimüslimleri kabul ettirmeyi başardı. Bugüne kadar da Türkiye bu konumunu ısrarla savunarak mesela Kürtlerin ya da Alevilerin azınlık olarak görülmelerini şiddetle reddetti. Bu, birçok sonucu da beraberinde getirdi: Örneğin, Alevi ailelerin çocukları, Sünni İslam’ın anlatıldığı din derslerine girmeye zorlandı. Kürt çocukları okulda aralarında Kürtçe konuşamıyor.
Atatürk tarafından bağıtlanan sözleşme, bir yandan çok değerli kabul edilirken, diğer taraftan da çok az okundu. Kurul raporu, şimdi bunu tespit ediyor ve Türkiye’nin Lozan Antlaşması’nda altına imza koyduğu birçok yükümlülüğün yasal anlamda gereklerini bugüne kadar yerine getirmediğini belirtiyor.
Antlaşmanın 39. maddesinde, bütün Türk vatandaşlarının her tür basın-yayın organında istedikleri dili kullanabilecekleri yazıyor. Ancak, Türk kanunlarının Kopenhag Kriterleri’ne uydurulduğu bugün bile, bütün dillerin medyada istenildiği gibi kullanılabilmesi söz konusu dahi edilemez. Radyo ve televizyonda Kürtçenin kullanılması, sanki patlayıcı madde taşımacılığını düzenliyormuşçasına, hayli karmaşık düzenlemelere ve kısıtlamalara tabi tutulmuş durumda.
Lozan Antlaşması’nda azınlık olarak tanımlanan ‘gayrimüslimler’ dahi, bir zamanlar kendilerine tanınan birçok haktan yararlanamıyor ve kendilerinin yabancı olarak görüldüğü bir atmosferde yaşıyor. Raporun, birçok tabu konuyu gündeme getirdiği için böylesi sert eleştirilere maruz kalmış olması hiç de şaşırtıcı değil.
Raporun yazarlarından hiçbiri terörizm ya da bölücülük suçlamasına maruz kalmadı. Bu, birkaç yıl öncesine kadar tabii ki çok daha farklı olurdu. (İsviçre gazetesi, 28 Ekim 2004)
Yorumlar kapatıldı.