İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Başbakana rapor: Azınlıklar bölmez

ADNAN KESKİN

ANKARA – Avrupa Birliği (AB) İlerleme Raporu’yla yeniden gündeme gelen azınlıklar tartışmasına, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu (BİHKD) da hazırladığı cesur bir raporla katıldı.

Oluşturulan ‘Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu’nun raporunda, Türkiye’deki vatandaşlık anlayışının gözden geçirilmesi, tek kültürlü ulus-devlet modelinin insan haklarını göz ardı eden boyutu yerine, çokkültürlü, çokkimlikli, özgürlükçü ve çoğulcu yeni bir toplum modelinin esas alınması istendi.

BİHKD’nin Ekim 2004 itibarıyla güncelleştirerek kabul ettiği rapor AB’nin 6 Ekim’de açıkladığı İlerleme Raporu’ndaki tespit ve önerilere de çok yakın görüşleri çeriyor. Rapor özetle şöyle:

Azınlığı kabul etmek artık şart

Türkiye’nin bu konudaki sınırlayıcı tutumu, dünyadaki kabul gören eğilimlere git gide ters düşmektedir. Artık eğilim, bir ülkede azınlık olup olmadığını o ülkeye sormamak ve eğer ‘etnik, dilsel, dinsel bakımdan farklılık gösteren ve bu farklılığı kimliğinin ayrılmaz parçası sayan’ gruplar varsa, o devlette azınlık bulunduğunu kabul etmek yönündedir.

Lozan doğru uygulansın

Türkiye, Lozan Anlaşması’nı da gerektiği gibi uygulamamaktadır. Dolayısıyla Türkiye, bu kurucu antlaşmasının kimi hükümlerini dahi ihlal etmektedir.

Değişmez madde değişebilir

Raporda, Türkiye’deki azınlık ve kültürel hakları kısıtlayıcı uygulamaların kaynağı olarak Anayasa’nın ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek’ maddeleri arasında yer alan ‘Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir’ denilen 3/1 maddesi gösterildi. Söz konusu madde, şöyle eleştirildi: Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü son derece doğal ve bütün dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat ‘milletin bölünmez bütünlüğü’ kavramı, milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli altkimliklerin inkârı anlamına gelir, dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır.

Diğer yandan, ‘(Türkiye Devleti’nin) dili Türkçedir’ ibaresini anlamak hepten imkânsızdır, çünkü devletin dili olmaz. Resmi dili olur ve o ülkedeki yurttaşlar devletle ilişkilerinde bu resmi dili kullanmanın yanı sıra çeşitli diller konuşurlar. Bu da doğaldır.

Sevr sendromu sona ermeli

1990’ların başında Türkiye’nin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hususunda bir ‘Sevr Sendromu’nun yaşandığı bilinmektedir. Fakat böyle bir havanın bugün de ileri sürülmesi ve bir ‘paranoya’ haline gelmiş olması rahatsız edici ve milleti zayıflatıcı bir durumdur. Bugün Doğu Karadeniz’de bir Pontus devletinin kurulacağından, dönmelerin Türkiye’yi idare ettiğinden, Fener Patrikhanesi’nin İstanbul’da bir tür Vatikan devleti kuracağından söz edenler böyle bir havayı yaratmaya özen göstermektedir. Bu durum, aynı zamanda, büyük Batılı ülkelerin müdahalesini de davet etmekte. Çünkü Türkiye’nin AB’ye girebilmek için kendi imzasıyla rıza gösterdiği demokrasiye aykırılık oluşturmaktadır.

Kemalist model geride kaldı

Kemalist devrimin yapıldığı 1920 ve 1930’larda doğal olan bu tutum, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Muasır medeniyet’ tezi icabı artık geride kalmıştır. Artık, vatandaşlık anlayışının yeniden gözden geçirilerek, çağdaş Avrupa’daki çokkimlikli, çokkültürlü, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumsal modelin alınması gereklidir, hatta zorunludur.

Hukuki statü tanınsın

Buna göre özgür, bağımsız, yaratıcı yetenekleriyle kültürel haklarını rahatça kullanabilen, hak ve görevlerinin bilincinde olan bireylerin sahip bulundukları siyasal ve hukuksal statünün tanımlanması gerekir. Bu ilkelerin uygulanması anlamında:

1) Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sı ve ilgili yasalar; özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir içerikte ve toplumun örgütlü kesimlerinin katılımıyla ele alınarak, yeni baştan yazılmalıdır.

2) Eşit haklı vatandaşlık temelinde, farklı kimlik ve kültüre sahip kişilerin kendi kimliklerini koruma ve geliştirme hakları (yayın, kendini ifade, öğrenim gibi) güvence altına alınmalıdır.

3) Merkezi yönetim ve yerel yönetimler, yurttaşların katılımını ve denetimini esas alacak bir biçimde şeffaflaştırılmalı ve demokratikleştirilmelidir.

4) İnsan hak ve özgürlüklerine yönelik evrensel normları içeren uluslararası sözleşmeler ve temel belgeler, özellikle de Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi çekincesiz imzalanarak onaylanmalı ve hayata geçirilmeli. Bundan sonra, artık uluslararası sözleşmelere Türkiye’deki alt kimliklerin inkârı anlamına gelecek çekinceler ve yorum beyanları getirilmemelidir.

Böylece, 80 yıldır sürekli, hiç durmadan gelişen toplumumuza artık çok dar gelen ve üstelik ülkemizde çatışma doğuran 1920 ve 1930’ların modeli, ‘Muasır medeniyet’ modeliyle değiştirilecektir. Eskiden özdeş sayılan ‘Milliyet’ (belli bir etnik kökene mensubiyet) ile ‘Vatandaşlık’ kavramları birbirinden ayrı ve bağımsız kavramlar olarak ele alınacaktır.

Sonuçta, tek kültürlü ulus-devlet modelinin insan haklarını göz ardı eden boyutu yerine, ‘Türkiyelilik’ üst kimliği altında çokkültürlü yeni bir toplum modeli benimsenecektir. ‘Zorunlu’ değil, ‘Gönüllü’ vatandaşlardan oluşan bu yeni toplumun, devletini çok daha büyük bir istekle benimseyeceğine asla kuşku yoktur.

Yorumlar kapatıldı.