İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

AB, Lozan´ı tasfiye mi ediyor?

ERDOĞAN AYDIN

AB Komisyonu’nun Kürtler ve Alevilerden “azınlık” diye söz edip buna uygun düzenleme talep etmesiyle Türkiye ciddi bir gerilim sürecine girdi. Milliyetçiler Kürtlerin, İslamcılar da Alevilerin resmen tanınması talebine karşı burnundan soluyor.

Bu nedenle, geçen hafta boyunca söz konusu kimliklerin azınlık değil “hakiki vatandaş” oldukları yolunda yoğun bir dezenformasyonla karşılaştık. Kürtlerin aslında “Türk” olduğu tezi artık tedavülden kalksa da, onun İslamcı versiyonu olan, Alevilerin aslında Müslüman olduğu, dolayısıyla ayrı hak gerektiren bir durum olmadığı fikri pompalanıyor.

Kürt ve Alevilerin haklarını tanımayan, tanımak zorunda kaldığında ise kullanılamaz hale getiren muktedirler, bu son gelişme karşısında AB’nin Lozan’ı tasfiye etmek istediği üzerinden tahkimat yapıyor. Söz konusu talebin Lozan’ı tasfiye gibi bir işlevi olmadığı açık; ancak Alevilerin ve Kürtlerin reddi üzerine kurulu mevcut statüyü köklü bir şekilde değiştirmek istediği de. Özetle AB Raporu, Alevi ve Kürt haklarından söz edilince kırmızı görmüş boğa refleksi veren devlet geleneğine karşı demokratik bir kurumsallaşma dayatıyor. Dolayısıyla bu noktada mahut “Lozan’ı tasfiye” iddiasıyla yüzleşmeliyiz.

Çünkü pek çok resmi söylem gibi bu da, mevcut antidemokratik statü adına bizi maniple etmeyi amaçlıyor. Eski büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın da önceden belirttiği gibi, “Türkiye, başka devletler tarafından ihlal edilmemesi konusunda özel bir duyarlılık gösterdiği Lozan Antlaşması’nı bizzat kendisi çiğnemektedir”.

Nitekim Lozan Antlaşması, “Türk hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin, bir ulusal topluluktan olma dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir. Türkiye’de oturan herkes, her inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeniyle çatışmayan gereklerini, ister açıkça isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır” (M. 38); “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse de ticari ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır” (M. 39) diyerek, Türk ve/veya Sünni olmayan yurttaşlarının da haklarını güvence altına alıyor.

Tasfiye değil davet

Açıklıkla görüldüğü gibi Türk devleti, kurucu anlaşmasını kendi yurttaşlarına uygulamayarak çiğnedi. Eğer tersi olsaydı, hem Kürtler ve Aleviler bugünkü gibi ezilmeyecekti, hem de Türkiye sistematik hak ihlali yapan bir devlet olmayacaktı. Durum bu olduğuna göre AB iradesinin Alevi ve Kürt haklarının tanınmasından söz etmesi Lozan’ı tasfiye değil, aksine devleti, kendi kurucu anlaşmasına ve çağdaş hukuka uymaya davettir. Lozan’ın sınırlarını aşan “azınlık” belirlemesine gelince, bu da bir tasfiye durumu değil, hakların hak ihlaline uğrayan insan/kimlikler lehine iyileştirilmesidir. Kaldı ki kuruluşundan beri kendine Batılılaşma hedefi saptamış, şimdi de AB üyesi olmaya çalışan Türkiye’nin, sorunlarını çağdaş hukuk düzleminde çözmeyi kabullenmesinden daha doğal bir davranış da olamaz.

Tersine Lozan’ı, dahası uluslararası hukuku ihlal eden mevcut statükoda ısrar, bizi Susurluklara, kontrgerilla odaklarına, Azınlık Tali Komisyonlarına, yani hukuk dışılığa mahkum ediyor. Dil ve kimlik yasakları, “ıslah” kanunları, tehcirler ve asimilasyon iradesi, isyanlar ve bastırmalar bu sürecin doğal yansıması. Üstelik bu gelenek, salt dışlanan ve asimile edilen kimliklere karşı değil, kaçınılmaz olarak resmi kimlikten işçisine, köylüsüne, muhalifine de yöneliyor. Çünkü tektipleştirme ve kontrol halkın bütününü hedefleyen bir yönetim tekniğine dönüşüyor. Sonuçta kurucu anlaşmasını bile ihlal eden, halkının haklarına ve farklılıklarına saygılı olmayan bir devlet aklının bizi getirdiği yer, çözümü ancak AB basıncıyla sağlanabilecek yapısal bir tıkanma oluyor.

Çözüm önerisi sorunlu

Bu noktada kuşkusuz AB Komisyonu’nun çözüm önerisi sorunlu. Sistematik insan (ve çocuk) hakları ihlaline neden olan kapsamlı bir sorunla karşı karşıya olmamıza karşın, çözüm anahtarı olarak azınlık kavramı, Türkiye’nin özgül koşullarında amacının tersi riskler barındırıyor. Nitekim AB raporunun “azınlık” statüsüyle haklarını güvenceye almaya çalıştığı Aleviler ve Kürtler de, “asli unsur” oldukları gerekçesiyle “azınlık” olmayı reddediyor. Yani sorun sanılandan daha karmaşık. Alevi ve Kürt temsilcilerin bu statüye sıcak bakmamalarının altında anlaşılır kaygılar var. Öncelikle Lozan’ın resmi azınlıklarının yerinde yeller esmesinin yarattığı içsel bir korku söz konusu. Gerçekten de azınlık statüsüyle varlıkları güvenceye alındığı sanılan gayrımüslimlerin başına gelenler, pişmiş tavuk örneğini anımsatıyor. 1936 Beyannamesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül provokasyonu, 64 tehciri derken, ülkemizin en az bizim kadar hakiki yurttaşları olan bu insanlardan geriye bir avuç numune kaldı.

Vicdani temizlenme

Buna rağmen rehin yabancı muamelesi görmeleri de cabası. Özetle Cumhuriyet’in kurucu anlaşmasına ve uluslararası güvencelere rağmen azınlık bırakmamış, Lozan Antlaşması’ndaki haklarından vazgeçtiklerini ilan ettirdiğimiz ve buna rağmen tasfiye ettiğimiz bir uygulamadan geçtik hep birlikte. Sadece taciz edilmelerine katılmakla kalmayıp aynı zamanda bu tasfiyeden paylandığımızı anımsamak da, vicdani temizlenmemiz açısından zorunlu.

Salt hukuki düzlemde düşünüldüğünde azınlık statüsü, ezilmiş, asimile edilmiş kesimlerin kimliklerine pozitif ayrım elde etmek anlamında avantajlı görünüyor. Ne ki demokrasiyi içselleştirmenin uzağında bir siyasal-toplumsal atmosferde azınlık statüsü, tam tersi bir işlev görebiliyor. Kısa zamanda onları ötekileştirebilecek bir atmosfer, hakların güvencesinden çok tasfiyesiyle sonuçlanabiliyor. Durum buyken, Kürt ve Alevilerin bu statüye sıcak bakmaması çok doğal. Kaldı ki böylesi koşullarda “azınlık” olmak, fiilen ülkenin sahibi olmaktan da çıkmak demek. Oysa Kürtler ve Aleviler, haklı olarak kendilerini ülkenin kurucu unsuru olarak görüyor. Kurtuluş Savaşı’nın, Amasya Tamimi’nin, Lozan’ın harcında onlar da var çünkü.

Bunlar bir yana hükümetin baskısıyla Komisyon Raporu’nda yapılan revizyona rağmen, AB’nin soruna yaklaşımında bir değişim olmadı. Bu durumda AB üyesi olmak isteyen bir Türkiye, yurttaşlarının kimlik haklarını artık ilanihaye öteleyemeyecek. Dolayısıyla, “biz demokrasiyi AB için değil, kendi halkımız için istiyoruz” nakaratını, bir tiyatro repliği olmaktan acilen çıkarmak gerekiyor.

Kaldı ki çözüm iradesi, onlardan çok devletin, onun milliyetçi ve İslamcı aktörlerinin sorunu. Çözümün artık ertelenemez olduğu bu uluslararası konjonktürde öncelikle sorunun varlığı ve çözüm gereği içselleştirilmeli. Bu bağlamda Kürtlere, Alevilere ve ötekilere karşı uygulanan Türkleştirme ve Sünnileştirme asimilasyonuyla açık bir haksızlık yapıldığı ve kimlikleriyle eşit haklılıkları kabullenilmeli. Tabii biz çoğunluk kimlikten yurttaşlara da büyük sorumluluk düşüyor. Kendi anadiline, inancına karışılmasını istemeyen bir vicdan, başkalarının diline, inancına saygılı olmak ve yapılan tecavüzlere itiraz etmek zorunda.

Bu değişime eşlik etmek üzere sorunun çözümü, daha önce burada da belirttiğim gibi, TC yurttaşlığı üst kimliği temelinde çokkültürlü, çokkimlikli bir anayasal düzenleme, yani “anayasal yurttaşlık”tan geçiyor. Bunun aksi Türk-Müslüman/Sünni devlet ve toplum uygulamasında ısrar, AB üyeliğini engelleyeceği gibi, demokratikleşmemizi ve mevcut dünya gerçekliğinde kalkınmamızı da olanaksız kılar.

Yorumlar kapatıldı.