İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tek parti zihniyeti azınlıkları da bıktırdı

Mustafa GÖKMEN

Tek parti zihniyeti azınlıkları da bıktırdı

Giriş

Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Elçin Macar’ın TESEV’in 15 Mayıs’ta İstanbul The Marmara Otel’deki toplantısında sunduğu “Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belgelerine Göre Tek Parti Döneminde Cemaat Vakıflarının Sorunları” başlıklı tebliği, Tek parti döneminde azınlık vakıflarının “tek mütevelli” sistemi ile boğuştuğuna dikkat çekerek, bu durumun çok partili hayatın başlamasına kadar sürdüğünü söyledi.

Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Elçin Macar’ın “Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belgelerine Göre Tek Parti Döneminde Cemaat Vakflarının Sorunları” başlıklı tebliği şöyle:

AZINLIK VAKIFLARINDA TEK MÜTEVELLİ SİSTEMİ

Bilindiği gibi, Lozan Antlaşması’ndan önce, gayrimüslimlerin tüm ruhanî ve dünyevî işleri gibi vakıf işleri de, fermanlar çerçevesinde yürütülürdü. Lozan’dan sonra ise, Cumhuriyet yönetimi gayrimüslim cemaatlerin vakıflarının işleyişine dair on iki yıl boyunca herhangi bir düzenlemede bulunmamış, sorunlar günün gerektirdiği siyasî kararlarla çözülmeye çalışılmıştır. Bu boşluk döneminden sonra 1935’te, 2672 sayılı Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır.1 Söz konusu kanunda, azınlık vakıfları mülhak yani bağlı vakıf kabul edilerek, mütevelli yönetimine bırakılmış, böylece, cemaatler vakıf yöneticilerini seçebilmişlerdir.

Ancak kısa bir süre sonra, 1937 yılı basınında, varolan sistemin değiştirileceği ve tek mütevelli sisteminin getirileceği haberleri çıkmaya başlayınca, cemaatler bundan tedirgin olurlar. İstanbul Valiliği, İçişleri Bakanlığı’na yazdığı 1937 tarihli yazısında özetle şu istihbarî bilgileri verir: Yeni sistemin uygulanmasına itiraz etmek üzere, barodan atılmış avukatlar Viladimir Mirmiroğlu ve Eftimiadis Ankara’ya giderek, temaslarda bulunmuşlardır. Dönüşlerinde, İstanbul’daki Ermeni Cismanî Meclisine, kendileri gibi Ankara’ya bir heyet göndermeleri gerektiğini telkin etmişlerdir. Bunun üzerine Cismanî Meclis, barodan atılmış Lutfik Kuyumcuyan ve Karabet Baroni’yi Ankara’ya göndermiştir. Bu heyete, Beyoğlu hariç birçok vakıf mütevelli heyetleri de vekâletnâmelerini vermişlerdir. Rum ileri gelenleri bu uygulamayla, mütevelliliklere Türk Ortodoks Patriği Papa Efthim taraftarlarının getirileceğinden korkmaktadırlar. Bu nedenle bu uygulama söz konusu olduğu takdirde, Baro’ya kayıtlı bütün Rum avukatların mütevelliliklere adaylıklarını koyacakları anlaşılmaktadır.2 Rum ve Ermenilerin Ankara nezdindeki bu girişimlerine Musevi cemaati katılmaz.3 1938’de 3513 sayılı kanunla 1935 tarihli Vakıflar Kanunu’nun 1. ve 18. maddeleri değiştirilerek, mütevellilerin Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) tarafından belirlenmesi sistemi benimsenir.4

LAİK HIRİSTİYANLAR BİRLİĞİ VE PAPA EFTHİM

Cemaat kimliğinden uzaklaşarak, Türk kimliğine vurgu yapan gayrimüslimlerin toplandığı “Laik Hıristiyanlar Birliği”nin görüşlerine yakınlık duyan gayrimüslim ileri gelenler, Ankara ile yakın ilişkiler içerisinde olan Papa Efthim’e gelerek, mütevelli olabilmek için desteğini isterler. Bunların arasından Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi Vakfı mütevelliliğine Davut Bey, Galata Ermeni Vakfı’na Ohannes Bey, Kurtuluş Rum Vakfı’na Zamba Zamboğlu ve Balıklı Rum Hastanesi’ne de İstimat Zihni Özdamar atanırlar. Özdamar, görevde kalacağı sekiz yıl boyunca Rum cemaatinin sürekli şikâyet ettiği bir yönetici olacaktır. Bu belli başlı yerlere yapılan atamalara rağmen, vakıfların büyük bir kısmına da görevlendirme yapılmaz. Çünkü uygulama Dışışleri Bakanlığı’nın isteği üzerine fiilen durdurulur ve askıda kalır.5 Ancak bu durum büyük bir kargaşaya yol açacak ve kurumlar başı boş kalacaklardır.

Azınlık vakıflarına bu sistem getirilmişken, azınlık mı yabancı mı olduğu tartışılan kurumların yönetimi ise ayrıca sorun oluşturur. 1940 tarihli bir belgede Vakıflar Genel Müdürlüğü, Başbakanlığa şunu sormaktadır: “Hayrat ve vakıf mülkleri Türkiye’de bulunan azınlık vakıflarında istihdam olunacak şahıslar gibi, mütevellilerin de Türk vatandaşı olmaları gerektiği, bakanlıklar arası yazışmalar sonunda anlaşılmıştı. Ancak hayır kurumları ve bir kısım varlığı Türkiye’de bulunmakla birlikte, bağlı oldukları ülkelerden yardım gören, tayin ve azillleri o ülkelerdeki ruhanî makamlar yoluyla yapılan bazı vakıflar, yabancı oldukları gerekçesiyle vakıflar kanununa tâbi olmaktan imtina ediyorlar, beyanname vermiyorlar ve kontrol isteklerimizi kabul etmiyorlardı. Buna örnek olarak Büyükada’daki Ayios Yeorgios Kudunas ve Burgazada’daki Ayios Yeorgios Karipis manastırları* için, Dışişleri Bakanlığı’na başvuran Yunan Büyükelçiliği’nin isteği üzerine durum incelenmiş ve yukarıdaki özel durumlarının, onların azınlık kurumu vasıflarını değiştirmeyeceği sonucuna varılmış ve Vakıflar Kanunu hükümlerine tâbi olacaklarına karar verilmişti. Ancak bir üçüncü durum vardır ki, vakıf mülkü hiç bulunmadığı halde, kısmen hayır kurumları yabancılar namına kayıtlı olan ve masrafları dışarıdan karşılanan, başlarındaki ruhanî ve memurlar dışarıdan tayin olunan Mersin’deki Latin Katolik ve Çanakkale’deki Katolik kiliseleri vakıfları gibi kurumlar üzerinde, Vakıflar Kanunu’nun uygulanmasının ve idaresinin güçlükleri nedeniyle, bunlar hakkında uygulanacak muamelenin bildirilmesi.6

TEK MÜTEVELLÎ SİSTEMİ İŞLEMEDİ

İdaresine çeşitli nedenlerle el konulan vakıflarda, örneğin kiliselerde mum, tepsi, ölüm, evlenme kaynaklı gelirlerin toplanmasında ve terzihane gibi tesislerin idaresinde, bu konulardan anlamayan Vakıflar Genel Müdürlüğü memurları büyük sıkıntılar yaşarlar. Bu nedenle Vakıflar Genel Müdürlüğü, azınlık vakıflarının yönetiminde Cemiyetler Kanunu’nun 39. maddesinin uygulanmasını veya daha uygun bir çözüm şekli bulunmasını Başbakanlık’tan talep eder. Bunun üzerine Başbakanlık, İçişleri ve Dışişleri bakanlıklarıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün hukuk müşavirlerinden oluşan bir komisyonca, bu teklifin incelenip bir rapora bağlanmasını ister.7

Bu isteğe dayanılarak hazırlanan raporu şöyle özetleyebiliriz: “Tek mütevellî idaresinin uygun bulunması ve yürürlüğe konmasına rağmen, sistem bir türlü hayata geçirilememiştir. Mütevelli devir işlemleri uzun sürmekte ve cemaatlerin yeni mütevelliye vakfın idaresini bırakmak istememesinden dolayı, binbir engel çıkarılmakta, ehliyetli insanlar bu süreçten bıktıkları ve vazgeçtikleri için, bu kurumlar ya selâhiyetsiz kişilerce ya da hâlâ eski heyetlerce idare edilmektedirler. Beş yıl geçtiği halde idareye hesap vermemiş olan vakıflar bulunduğu gibi, bunlar üzerinde bir kontrol de kurulamamıştır. Bu kurumların gelirlerinin büyük kısmı tepsi, mum, mezarlık vb. gelirlerden oluşmaktadır. Bunların idarece toplanması imkânı muhtemelen bulunamayacak ve bu nedenle bu kurumlar masraflarını bile karşılayamayarak, yaşayamaz hale düşeceklerdir. Bu durumda, İstanbul’da 155 kurum bulunduğu bilinmektedir.

Vakfiyeleri olmayan cemaatlerce idare olunan vakıflardan, vakfiyelerinin tam anlamıyla İslâmî vakıflarınki gibi olması beklenemez. Çünkü bunlar dinî kurumlar olduklarına göre, kendi dinlerinin ve mezheplerinin kurallarına göre vakfedildiklerinin kabulü gereği aşikârdır. Rum Patrikliği nizamnamesinin “muhtelit daimî encümen azasının vezaifi” hakkındaki bendinin 3. maddesine göre, episkoposlar tarafından verilmiş bu kurumlara ait senetlerin, usûlüne uygun kabul edilmesi gerekmektedir.

AZINLIK VAKIFLARININ EMLAKLARI BİR

CEMİYETE TAHSİS EDİLEMEZ GÖRÜŞÜ

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün gerekçesi haklı görülür ve bu vakıflar kanunun ilgili maddeleri dışında işleme tâbi tutulmak istenirse, bunları vakıf addetmemek sûretiyle yapamazsınız, o zaman Vakıflar Kanunu’nda bir değişiklik yapmak gerekir. Sorunların temeli tek mütevelli sisteminden kaynaklanmaktadır ancak biz “Bunu kaldırın, eski sisteme dönün” diyemeyiz, bu bize düşmez.

Azınlık vakıflarını Cemiyetler Kanunu’na tâbi kılarsak İslâmî vakıfları da buna tâbi kılmamız gerekir. Oysa bu maddenin amacının bu olmadığı aşikârdır. 39. maddeye göre, bu kanunun yayınlandığı tarihte varolan hayrî, içtimaî, sıhhî, tedrisî, terbiyevî, kültürel Türk müesseseleri, bu kanun hükümleri dairesinde teşkil edilecek cemiyetler tarafından idare olunur. Bu kanunun bütün maddeleri incelendiğinde görülecektir ki, azınlık vakıflarının idaresi için bir cemiyet teşkili söz konusu olamaz. Çünkü yasaklardan bahseden 9. maddenin 4. fıkrası cemaat esasına dayanan cemiyetlerin kurulmasını yasaklamaktadır. Bir Rum azınlık kurumunun da, her milletten oluşacak bir cemiyet tarafından idaresi söz konusu olamaz. Cemiyetler Kanunu’nun öngördüğü teftişi, zabıta kuvvetleri yapar. Bunların yapısı ve kadroları da vakıf türü kurumları kontrol ve idare edebilecek durumda değildir. Ayrıca Cemiyetler Kanunu, cemiyetlerin mülk edinmesine engeldir. Azınlık vakıflarının emlaklarının bir cemiyete tescili de söz konusu olamaz.

İKİ ŞIK ORTAYA ÇIKAR

Sonuç olarak iki şık vardır:

1- Varolan vakıflar kanununu düzeltmek ve yeni hükümler getirmek, yani eskinin iadesi. Bu sistemin Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından idaresi ve kontrolü için kadro ve teşkilât şarttır.

2- Mutlaka tek mütevelli sistemi isteniyorsa, o zaman bu vakıfların özelliklerine uygun hem de genel mevzuatla uyumlu yeni hükümler getirilerek, ona göre bir kadro ve teşkilât oluşturulması. Bu ya Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ya da onun teklifi üzerine İçişleri Bakanlığı’na bağlanabilir.

Vakıflar Genel Müdürlüğü müşaviri ise rapora şöyle bir şerh düşer: Tek mütevelli sistemi varolan kadro ve bütçeyle uygulanamamaktadır. Kıbrıs’ta olduğu gibi kontrol ve teftişin bütün masraflarının denetlenecek kurumun gelirlerinden alınacak harçlara bağlanması önerilir; bu sistem, ayrı bütçesi, ayrı bir teşkilâtı olan, görev ve yetkileri kanun ve nizamnamelerle belirlenecek özel bir idare tarafından kurulabilir.8

CEMAATLERİN ŞİKÂYETLERİ DEVAM ETTİ

Öte yandan, cemaatlerin şikâyetleri de sürmektedir: Örneğin Voskeperan Katolik Ermeni Vakfı yöneticileri, 1943’te Başbakanlığa yazdıkları bir dilekçede, Vakıflar Kanunu’nun yayınlanmasından bu yana yedi yıl geçtiğini, diğer gayrimüslim ve Musevî vakıflarına dört yıl evvel mütevelli tayini yapıldığını, ancak hâlâ kendilerinin çeşitli vakıflarına bir mütevelli ataması yapılmadığını, akaratın harap olduğunu, artık Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gerekli emrin verilmesini istediklerini belirtirler.9

Ancak belirsizlik birkaç yıl daha sürmeye devam edecektir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Başbakanlık’a yazdığı 1946 tarihli bir yazısında, “azınlık müesseseleri idaresinin bizim vakıflar idaresi ile telif edilemiyeceğinin sınamalarla anlaşılmış olduğunu” belirtirken, “…idare tarzları esasen vakıflar mevzuatına uymayan bu işin, sözü geçen bakanlıklarca bir an evvel ele alınarak uygun bir sisteme bağlanması…” talebinde bulunur. Buna rağmen, “…kanun hükmünün tatbikinde bir mahzur kalmamış ise, talimatnamesi uyarınca icabı yapılarak, bu vakıflara tek mütevelli tayinine müsaade buyurulması…” isteğini de yineler.10

ÇOK PARTİLİ DÖNEM’DE AZINLIK VAKIFLARI

Aynı yıl, Yunanistan’ın yeni Ankara Büyükelçisi Periklis Skeferis, Dışişleri Bakanlığındaki görüşmelerinde, azınlık vakıfları yönetiminde uygulanan tek mütevelli sisteminin değiştirilmesini ister. Bakanlık yetkilileri, bu sistemin zaten değiştirilmek istendiği bilgisini kendisine aktarırlar. İkinci olarak da, cemaat hastanesi gibi kâr amacı gütmeyen azınlık kurumlarından alınan verginin kaldırılmasını ister, buna da olumlu cevap alır. Bu sıralarda hem Türk-Yunan pazarlıkları hızlanır hem de Rum basınının ısrarı artar. Papa Efthim’i çağıran Başbakan Saraçoğlu, kendisine, “Türk-Yunan dostluğu için,” “…Sizden bir yardım istiyoruz, bu da Balıklı Hastanesini onlara devretmenizdir”11 der, böylece hastane Rum cemaatine iade edilir.

1948 yılına gelindiğinde Rum Patrikhanesinin Galata’daki kiliseler konusundaki ısrarı devam etmektedir. Bunların Papa Efthim’den alınıp Rum cemaatine geri verilmesi talebi, CHP İstanbul Bölge Müfettişi Sadi Irmak’ın ve cemaat avukatlarından Kaludis Laskaris’in partiye Rumların sorunlarını aktardıkları raporlarında da ilk sırayı alır.12

CHP iktidarı Hıristos Kilisesinin 1948’de Rum Patrikhanesine iadesini sağlar.* 1949’da 5404 sayılı yasayla tek mütevelli sistemi kaldırılır, Vakıflar Kanunu’nun 24. Maddesinin iptaliyle de % 5 kontrol hakkı alınması uygulamasından vazgeçilir.13

Görüldüğü üzere, tek partili dönemde Vakıflar Genel Müdürlüğü, hükümet ile Vakıflar Kanunu arasında sıkışmış, tek mütevelli dayatması yüzünden işler yürütülememiş, ne hükümet ne de cemaatler memnun olmuşlardır. Varolan şikâyetlere çok partili hayata geçişle birlikte, hem dış hem de iç konjonktürün gereği olarak çözümler bulunmaya başlanmıştır. Bu yumuşama Menderes döneminde devam edecek; bu dönem, azınlıkların Cumhuriyet dönemindeki “altın yılları” olacaktır.

Dipnotlar:

1- Resmi Gazete, sayı: 3027, 13 Haziran 1935

2- Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi-Başbakanlık Muamelât Evrakı (BCA-BME): 191 308 11

3- BCA-BME: 109 732 6

4- Resmî Gazete, sayı: 3959, 14 Temmuz 1938

5- BCA-BME: 191 306 18

* Sözü edilen dönemde ve kilise kuralları açısından halen Aynaroz’daki Lavra Manastırı’na bağlıdırlar, ancak son 15-20 yıldır kendilerinin isteği üzerine Patrikhane tarafından yönetilmekte ve masrafları karşılanmaktadır. Büyükada’da halen Aynaroz’dan gelen keşişler görev yapmakla birlikte, Burgazada’da keşiş bulunmamaktadır.

6- BCA-BME: 191 308 15

7- BCA-BME: 191 306 18

8- BCA-BME: 191 307 9

9- BCA-BME: 109 723 1

10- BCA-BME: 191 306 18

11- Papa Efthim, Atenagorasın Organı Elefteri Foni Gazetesine Cevabım ve Fener Patrikhanesi ile Rumluğun iç yüzü, (İstanbul: Ata’nın Yurdu Yay., 1959), s. 23

12- BCA-BME: 109 733 4

* Ancak söz konusu kilise, Menderes dönemindeki yol genişletme çalışmaları sebebiyle, 200.000 TL’ye istimlâk edilecek ve yıkılacaktır. İstimlâk bedelini, kilise 1936 beyannamesinde Türk Ortodoks Patrikhanesi’nce yönetilen vakfın mülkiyetinde gözüktüğü için, söz konusu vakıf alacaktır.

13- Resmî Gazete, sayı: 7224, 4 Haziran 1949.

—SON—

Mustafa GÖKMEN

05.08.2004

Yorumlar kapatıldı.