İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dönülemez bir durum yok

NICOLAS DUPONTAIGNAN

Chirac, “Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinden dönülemeyeceğini ve bu katılımın tümüyle arzu edilir olduğunu” ilan ederken, Fransız halkını kabul edilemez ve tehlikeli bir oldubittiyle yüz yüze bıraktı.

Cumhuriyetin başkanı, halka danışmayı gerekli görmeksizin Fransa’yı böyle bir kararın kucağına atarak, cumhuriyetin kurucularının koyduğu ilkelere de sırtını dönüyor; onlar ülkenin geleceğini belirleyecek tercihlerde halkın onayını şart koşmuşlardı. Dahası, Türkiye’nin AB’ye katılımı hiçbir zaman parlamentoda tartışma konusu yapılmadı, ne de bir başkanlık programında ifade edildi. Fransa’nın Türkiye’ye rıza göstermesini, General de Gaulle’den bu yana süren bir politikanın devamı olarak göstermek de yanlış bir yorum, zira De Gaulle döneminde Avrupa Birliği’nin bugünkü gibi bir entegrasyon sorunu yoktu.

Türkiye’nin Avrupa’ya katılımına, bu ülkenin Avrupa kıtasının jeopolitik dengesindeki önemini veya bu ülke ile sözgelimi Mağrib’le olduğu gibi sıkı bir ortaklık inşa etme gerekliliğini reddetmeden de karşı çıkılabilir.

Dayatma işe yaramaz

Türkiye’nin AB’ye katılımını geri dönülmez bir süreç olarak kabul etmek, Avrupa Parlamentosu seçiminin üzerinden bir ay bile geçmeden, Avrupa halklarının çoğunluğunun ve Fransız halkının daha da büyük çoğunluğunun verdiği mesajı unutmak anlamına geliyor. Fransızların, kendilerinden ayrı, hatta kendilerine rağmen inşa edilen bir Avrupa’dan giderek yaka silktiği bir dönemde, bir şeyleri zorla kabul ettirmeye çalışmak, Fransız demokrasisisin sağlığı açısından da tehlikeli. Tarih, bazı kararları halka dayatmanın işe yaramadığını açıkça göstermiştir.

Eğer hükümet ve devlet başkanları Türkiye’nin AB’ye katılımının yararları konusunda kendilerinden o kadar da emin değilse, o zaman argümanlarını neden halkın isteklerinin önüne koyuyorlar? Yakın zamanda başlatılan ‘çifte referandum için bir milyon imza kampanyası’nın doğrultusu tam da böyle bir sorudan kaynaklanıyor. Türkiye’nin birliğe katılıp katılmaması meselesini, aslında üye ülkelerin temsilini nüfus oranlarına göre belirleyen müstakbel Avrupa Anayasası çerçevesinde ele almak gerekiyor.

20 yıl içinde Türkiye’nin nüfusu 100 milyona dayanacak ve böylece Avrupa Konseyi’nin oy dağılımında yüzde 20 ağırlığa sahip olacak; bu da Fransa’nın fersah fersah ötesinde bir güç anlamına geliyor.

Meselenin özünde şu soru var: Kıtamızın dışında konumlanmış eski Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl ‘Avrupalı’ kabul edeceğiz? Türkiye’yi Avrupa’ya entegre etmenin, İspanya’yı Afrika Ülkeleri Örgütü’ne katılmaya teşvik etmek kadar alakasız bir tutum olduğu açıkça ortada. Bu noktada coğrafi gerçekleri reddetmek, AB’yi ciddi bir istikrarsızlığa sürükleme riskine girmek demek. Türkiye’nin ulusal dinamikleri, Akdeniz’den ziyade Orta Asya Türki cumhuriyetlerine daha yakın.

Yanı sıra, Türkiye’nin katılımını savunanların çok sık andığı Türk-Avrupa ortak tarihini de bir hatırlayalım: Bu tarih, Avrupalıların ancak 19. yüzyılın sonunda kesin olarak geri püskürtebildiği bir askeri yayılmacılığın damgasını taşıyor.

Türkiye’nin demografisi de, bu ülkeyi Avrupa uluslarıyla yakınlaştırır nitelikte değil: Birlik ülkelerine Türkiye’den çok sayıda göçmen gelmesi ihtimalinin yanı sıra (bunlar Türkiye’nin AB’ye katılması halinde geldikleri ülkede seçmen kimliğine sahip olacak), Türkiye hâlâ sınırlarını çizmiş ve Ermeni soykırımını kabul etmiş değil.

Esaslı meselelerden biri de Türkiye’nin muğlak laikliği. Bu ülkedeki laiklik tanımı bir taraftan kusurlu ve güvenilmez (her an kaldırılabilir nitelikte bir tür yasal düzenlemeden ibaret), diğer yandan da çok küçük bir seçkinler sınıfı tarafından savunuluyor. Aslında bu yarım laiklik sadece ordusunun iradesiyle ayakta duruyor; bu da ülkenin sağlıklı bir demokrasiye sahip olmasını engelliyor. İslamcıların kazandığı son seçim zaferi (kendileri öyle olmadığını söylese de, Batı modernitesini içselleştirmekten çok uzaklar), bu ikilemi göstermesi açısından simgesel bir öneme sahip…

Mızrak çuvala sığmıyor

Öyleyse bazı Avrupalı liderlerin bu inatçılığının sebebi ne? Yanlış davaları destekleyen bütün meşrulaştırma çabalarında olduğu gibi, mızrak çuvala sığmıyor, yani sebepler belli: Seçimlere endeksli oportünizm (Schröder), AB’yi NATO içinde eritme niyeti (Britanya ve ABD), farklılıkları kabul edecek ahlaki kapasiteye sahip olmadığını gizlemek için evrenselci pozlar takınmak… Fakat o zaman niye Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldova, İsrail ve Akdeniz çevresindeki Arap ülkelerine ortak bir davetiye çıkarmıyoruz? Ya da tam tersini yapmak, yani Türkiye’ye katılım yolunu açan Helsinki zirvesinde hata yaptığımızı kabul etmek için o kadar geç mi kaldık?

Türkiye’nin dostu olmak (Fransa’nın arzusu bu) gerçeği söyleyip alternatif bir çözüm önermekten geçiyor: Yani Avrupa, Asya ve Ortadoğu’nun kesiştiği yerdeki rolünü tam olarak oynayabilmesine imkân tanıyacak yeni bir ortaklık.

Bugün Avrupa’nın çıkarlarını korumak için gereken tüm tedbirleri alan AB vatandaşları artık gözlerin açılmasını ve ayakların yere basmasını istiyor. Türkiye tartışmasındaki söz hakları bugüne kadar ellerinden alınmış olabilir, ama onlara en azından AB’nin müstakbel anayasası için oy kullanacakları referandumlarda bu konuda kararlarını verme garantisini sağlayalım.

(İktidardaki Halk Hareketi Birliği (UMP) milletvekili, 2 Temmuz 2004)

Yorumlar kapatıldı.