İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Zorunlu göç ve şiddet

NEŞE ERDİLEK

Ortodoks ve Müslüman kökenli halkların, Türkiye ve Yunanistan arasında Lozan’da imzalanan anlaşma uyarınca mübadele edilmesi kararı öncesinde konu Milletler Cemiyeti’nde görüşülürken birçok kişi, böyle bir uygulamaya

‘insan haklarına karşı olduğu ve insanların kendi iradeleri dışında yerlerinden edilecek koyun sürüleri olmadığı’nı belirterek, itiraz etmişti. Ancak savaş koşullarında uygulanan karşılıklı şiddetin yarattığı tedirginlik ve yeni oluşan ulus-devletlerin üniter yapı oluşturma niyetleri sonucunda Türk- Yunan Nüfus Mübadelesi gerçekleştirilmişti. 80 senedir iki taraftaki mübadele insanları bu kendi iradeleri dışında gerçekleşen göçün travmasını, acılarını, yaşadıkları büyük hasreti çocuklarına ve torunlarına da aktardılar. Uluslararası planda gerçekleştirilen bu ilk resmi zorunlu göç, daha sonra Hitler’in çeşitli halkları yerlerinden yurtlarından etmekte örnek olarak kullandığı bir yöntem oldu.

Üç milyon kişi

1984-1999 yılları arasında da Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan yoğun çatışmalar
ve askeri operasyonlar sürecinde “güvenlik” gerekçesiyle uygulanan köy boşaltma ve zorunlu göç ettirme eylemleri, Diyarbakır Belediye Başkanı’nın belirttiğine göre 4,000’e yakın yerleşim birimini ve 3 milyon civarında nüfusu etkiledi.

Bu göçe zorlanan insanlar TC vatandaşıydılar. Bir ile 15 gün içinde, tüm mal varlıklarını, evlerini, eşyalarını, tarlalarını, bağlarını, bahçelerini, hayvanlarını bırakarak nereye gidecekleri, ne yiyip içecekleri, nasıl geçinecekleriyle ilgili herhangi bir düzenleme yapılmadan, güvence verilmeden yerlerinden edildiler.

Köy boşaltmaları ağırlıkla, 1986 yılında yürürlüğe konulan geçici köy koruculuk sistemi içinde yer almayan köyler ve mezralardaki ailelere uygulanmış, ardından da çoğunlukla köyler yakılmış veya tahrip edilmişti. PKK korkusu ve bölgede genel güvenlik eksikliği de göç nedenlerindendi. Köylerin çevresine kara mayınlarının döşenmesi, köyde yaşamı ve üretimi engelleyen başka bir önemli etkendi. Evlere götürülen gıda maddelerine getirilen kontrol ve sınırlama, ev baskınları, faili meçhul cinayetler bölgedeki il, ilçe merkezlerine ve büyük kentlere göç sonucunu doğurdu. Bölgede tarımsal üretim ve hayvancılık bitmiş, yerleşim yerleri ve doğa büyük tahribata uğramıştı.

Geçen hafta İstanbul Bilgi Üniversitesi, Göç Araştırmaları Merkezi ve Göç-Der’in birlikte düzenlediği “İç Göç ile Birlikte Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri” (Göçün kadınlar, çocuklar üzerindeki etkisi, yoksulluk bağlantısı) konulu toplantıya konuk konuşmacı olarak katılan Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, Diyarbakır’daki durumu bütün açıklığı ile ortaya koydu. Yoğun ve ani göçün, böyle bir nüfus yoğunluğuna altyapı alarak hazır olmayan illere getirdiği yükü ve zorlukları anlattı. (İstanbul ve Ankara gibi büyük metropollerde de sorun yoğun biçimde var.)

Göçten en yoğun etkilenen kesim kadınlar ve çocuklar. Kadınlarda Türkçe bilmeme oranı yüzde 57.7 ve üretim dışı, eve kapalı, çevresinden soyutlanmış bir yaşama zorlanan kadınlarda ruhsal bunalımlar, intihar olaylarında artış gözleniyor.

Dinleyicilerden göç mağduru bir kadın, kendi köylerinde varlıklı insanlar olduklarını, hayvanlarının, geniş topraklarının olduğunu, ama İstanbul’da gün gelip soğan ekmek yediklerini, 10 yaşında oğlunu okuldan alıp konfeksiyon atölyesine verdiğini söyledi. Baydemir, göçmenlerin karşılaştıkları sorunların çok boyutluluğunu sağlık konusunda verdiği bir örnekle gösteriyordu. Şırnak, Beytülşebab, Yiğitler köyünden bir vatandaşın hastaneye gittiğinde parası olmadığından, tedavisi için yeşil kart alması gerektiğini, başvuru yaptığında, önce ailesinde terör olaylarına karışan bir akrabasının olup olmadığının araştırıldığını, ardından tapu kayıtlarının istendiğini ve on yıldır gidemediği köyündeki malı nedeni ile kendisine yeşil kart verilmediğini belirtti.

Çocuk suçlarında patlama

Göç mağduru yetişkinlerin iş bulamadığı, geçici, marjinal işlerde çalıştıkları bir ortamda çocuklar sokaklarda çalıştırılıyor. Sokaktaki çocuklar, eğitimden uzaklaşarak her türlü tacize, kaçırılma, öldürülme, yaralanma, suça zorlanma, fiziksel ve psikolojik gelişim bozukluklarına, madde bağımlılığına ve şiddete açık. Diyarbakır’da 1990’lara kadar küçük yaşta suçlu neredeyse yokmuş. 1990 sonrasında küçük çocuklar arasında suç oranında büyük bir patlama olmuş. Baydemir, 28 bine varan risk altında çocuk olduğunu, bu çocuklarda madde bağımlılığının hızla arttığını ve bu çocukların büyük kentlere ‘ihraç edildiğini’ belirtiyor.

Dünyaya karşı güvensiz, sürekli tehdit duygusu ile yaşayan, çevresine yabancılaşan ve sonucunda düşmanca duygular beslemeye başlayan bir gençlik yaratılıyor. Bir an önce önlem alınmazsa gelir dağılımındaki eşitsizlik ve yoksulluğun da kışkırttığı bu itilmiş gençlik, önümüzdeki 10 yıl içinde kentlerde şiddetin temelini oluşturacak. Günümüzde hızla artmakta olan gasp, kapkaç gibi olaylar, suç mafyalarının daha da örgütlenmesi ile şehirleri yaşanmaz mekânlar haline getirebilir. Korumalı, güvenlikli siteler de kimseyi koruyamaz.

Hangi gerekçe ile olursa olsun zorunlu göç ettirme bir insan hakları ihlali olarak değerlendirilmeli. Olmuş ile ölmüşe çare yoktur ama yapılan bu uygulamayı düzeltmek, mağdur göçmenlerin kendi topraklarına, köylerine koşulsuz, güvenlikli ve güvenceli dönüşünü sağlama bir zorunluluktur.

Geri dönüşlerde önemli bir sorun, uzun yıllar gidilmesi yasaklandığı için boş kalan arazilerin, tarlaların korucular tarafından sahiplenilmesi. Geri dönüşler, sayısı 50 bin civarındaki geçici köy korucusunun bu rantını engelleyecek ve şimdiden sürtüşmeler başladı. Köyüne geri dönüp toprağını işlemek isteyen köylülerden Muş, Malazgirt ilçesi Nurettin köyünde üç kişi, Şırnak Kumçatı’da harman yapan köylülerin taranması ile üç kişi, Diyarbakır, Bismil ilçesi Uğrak köyünde bir kişi korucular tarafından öldürüldü. Bu nedenle geri dönüş güvencesi sağlanmalı ve geri dönenlerin zararlarının tazmin edilmesi yolundaki çalışmalara hız verilmeli.

Silahlı bir grup olarak varlıklarını sürdüren ve barış ortamında varlık nedenlerinin ortadan kalkacağını bilen, ayrı bir nifak noktası olma durumundaki koruculuk kurumunun bir an evvel lağvedilmesi, bölgede barışın önündeki önemli bir engelin kaldırılması anlamını taşıyor.

Kan kanla temizlenmez

Çözüm olarak ortaya atılan Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi ve KÖYKENT Projesi’nin de soruna çözüm getirmediği görüldü. Çözüm, hükümet yetkilileri, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, göç mağdurları ile birlikte oluşturulmalıdır. Barış ortamının yaratılmasında ve çözüm üretilmesinde medyanın desteği de çok önemlidir.

Ülkemizde, yeni gelişmeler oluyor. Bu gelişmeler, derininde AB ile bütünleşmekten yana olmayan, ülke içinde ve dışında sürekli bölücüler ve tehditler yaratarak politikalar üreten çevrelerin ekmeğine yağ sürüyor. Sonuçlarının kesinlikle Kürtlere (ve tüm Türkiye vatandaşlarına da) yaramayacağı açık olan Kongra-Gel’in ateşkesi kaldırma kararına ve bu gerekçe gösterilerek başlatılan operasyonlara karşı, barış güçleri kamuoyunu uyarmak zorundadır.

Kanın kanla temizlenmediği, savaştan barışın doğmayacağını bu toplum yaşayarak öğrendi. Artık hataları tamir etme zamanındayız. Yoksa çok geç olacak. Şiddet şiddeti doğurur.

NEŞE ERDİLEK: Sosyolog

Yorumlar kapatıldı.