İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sevan Değirmenciyan´a Cevap

HyeTert Notu: Murat Bebiroğlu´nun “TANZİMAT’TAN II. MEŞRUTİYET’E ERMENİ NİZAMNAMELERİ´´ kitabı hakkında, Jamanak ve Agos gazetelerinde Sevan Değirmenciyan’ın eleştirileri yayımlandı. Murat Bebiroğlu, 23 ve 30 Nisan tarihli Marmara gazetesinin Türkçe ekinde bu eleştirilere cevap verdi. Cevap metnini toplu olarak aktarıyoruz.


TANZİMAT’TAN II. MEŞRUTİYET’E ERMENİ NİZAMNAMELERİ

“Tanzimat’tan II.Meşrutiyet’e Ermeni Nizamnameleri” isimli kitabım hakkında, Jamanak gazetesinde, Sevan Değirmenciyan ’ın eleştirileri yayımlandı. Bu yazılar, daha sonra Agos’ta da tercüme edilerek ve özetlenerek yer aldı.

Sevan Değirmenciyan, İstanbul’da seçkin bir lisemizden mezun olmuş, Ermenistan’da yüksek öğrenim gören bir genç. Böyle bir gençten ne beklenir? Objektif, konuyla ilgili hem yanlış ve eksikleri, hem de doğruları ve yararlı yönleri açığa çıkaran, dört başı mamur, tarafsız bir eleştiri, değil mi? Ne yazık ki Sevan’ın yazısı, beni ciddi bir hayal kırıklığına uğratmakla kalmadı, gençlere olan büyük güvenimi de sarstı. Elbette, kötü örnek örmek olmaz. Jamanak’ta dört gün tam sayfa yayımlanan yazıda, pek çok hakaret ve küçük düşürücü saldırı var. Yazı toplam 340 sayfa olan kitabın, 251 sayfalık Türkçe bölümünün sadece 10-12 sayfası olan özellikle Ermeni tarihi hakkında kısa bilgi veren kısmını ele alarak kitabın toplatılması gerektiği sonucuna varıyor.

Jamanak’ı görünce aşağıdaki kısa cevabı yazdım. Cevap gazetenin arka sayfasında aynen yayımlandı.

“ELEŞTİRİ Mİ ? HAKARET Mİ ?

Gazetenizde, 27-28-29 ve 30 Ağustos tarihlerinde yayımlanan, “Tanzimat’tan II.Meşrutiyet’e Ermeni Nizamnameleri” isimli kitabımla ilgili yazıları, üzülerek okudum. Sevan Değirmenciyan isimli yazar, nedenini izahta zorluk çektiğim bir kin ve nefretle, hiçbir etik kaygı taşımadan, eleştiriyi hakaret boyutuna vardırıyor. Ne yazık ki, üzüm yemek yerine bağcıyı dövmeyi tercih ediyor.

Şu kadarını söylemekle yetineyim, bu kitabın temel ve asıl amacı, üç Ermeni Nizamnamesi’nin Türkçe ve Ermenice yayımlanarak gün ışığına çıkarılmasıdır. Bu amaç gerçekleşmişse kitap görevini yapmış, verilen emek boşa gitmemiş demektir. Toplam, eklerle birlikte 340 sayfalık kitaptan 10-12 sayfalık bir bölüm seçip, çirkin bir ifade ve tartışmaya açık eleştirilerle bu kitabın piyasadan çekilmesini, diğer bir tabirle çöpe atılmasını istemek, ne etikle, ne iyi niyetle, ne de insafla bağdaşır. Bu kitap Türkiye’de ve Dünya’da üç Ermeni Nizamnamesinin Türkçe ve Ermenice olarak bir arada bulunduğu tek kaynaktır. Tüm eleştirilerin doğru ve geçerli olduğunu kabul edenler için bile, bu gerçek değişmez.”

Fakat sonra yaptığımın doğru olmadığına karar verdim. Çünkü belli ki gazete yönetimi isterse, pek ala yazara, “ağır ol, yanlış ve eksikleri söyle ama hakaret etme, küçük düşürmeye kalkma” diyebilirdi. Demek ki, yönetim de bu yazıyı onaylamıştı.

Bu yazının amacı, kendimi Değirmenciyan ve yandaşlarına karşı savunmak ya da hakaretlerine cevap vermek değil. Temel amacım okuyucuya saygı gereği hakaret, aşağılama ve benzeri bölümler dışında kalan eleştirilere cevap vermek ve okuyucuyu aydınlatmaktır.

Marmara okuyucusu haklı olarak şu soruyu soracaktır. Yazılar Jamanak ve Agos’ta yayımlandığına göre, neden cevabı Marmara’da yayımlıyorsunuz ve neden 6- 7 ay sonra?

-Her iki gazete konusunda da -yeni polemiklere yol açmamak için- şu kadarını söyleyeyim : Bu gazetelerde değil bir yazımın çıkmasını, ölüm ilanımın çıkmasını bile istemem. Biliyorum okuyucu bunu çok duygusal bir tepki olarak görebilir ama burada daha fazlasını yazmak istemiyorum.

-Zamanlama konusuna gelince, bildiğiniz gibi yazarlık benim profesyonel işim değil. Yıl sonuna kadar işyerimizin taşınması nedeniyle çok meşguldüm. İkinci olarak eleştirilere cevaplamak için yeniden kaynaklara bakmak, hatırlamak ve oturup yazacak zamanı bulmak gerekiyordu. Gecikmenin nedeni kısaca, zamansızlık.

Bir haksızlık yapmış olmamak için, isteyen herkese Değirmenciyan’ın yazısını sanal ortamda Ermenice göndermeğe hazırım. Bana bebir@klan.com.tr adresine e-mail ile başvuran herkese yazıyı göndereceğim. Elimde yazıların tam Türkçe metni yok.

ÖNCE ETİK

Tartışma yapılırken, tarafların kişiliklerinin, ahlakının tartışılması en azından ayıptır. Eğer yazıda doğrudan saldırılar olmasaydı, Değirmenciyna’ın ahlakını tartışmayı kesin olarak aklımdan geçirmezdim. Ne yazık ki Sevan, geçmişteki bazı sürtüşmelerin intikamını almak amacıyla mı, yoksa tahmin edemediğim başka nedenlerle mi? bilinmez, fincancı dükkanına girmiş fil gibi her şeyi kırıp dökmeye başlayınca, bana da başka yol kalmadı. Çünkü kişisel ahlak burada yazıyla doğrudan ilişkili hale geldi.

Yukarıda da belirttiğim gibi yazının basın etiğine aykırı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle önce yazının basın etiğine aykırı unsurlar taşıyıp taşımadığını belirlemek gerekecektir. Bence bu yazı basın etiğine aykırıdır. Yine de adil olmak için konuyla ilgili bilgileri vererek, kararı, önce okuyuculara, sonra özellikle Sevan’ın kendisine ve yandaşlarına bırakmak istiyorum. Sevan Değirmenciyan, bana bilgisiz dememek için, yetersiz diyor. Ben kendisine ahlaksız demeyeceğim, kararı kendisine ve okuyuculara bırakacağım. Eğer okuyucu, kendisi ve yandaşları Sevan’ın yazısının basın etiğine aykırı olduğunu kabul ederlerse bu, Sevan’ın bilimsel eleştiri maskesi altında ahlaksızlık yaptığının tescili olacaktır. Aksi takdirde Sevan’ın basın etiğine uyduğu sonucu çıkacak ve Sevan aklanacaktır. Beni tanıyanlar bilir, ben belge olmadan kimseyi suçlamam.

Etik tartışmasına girmemin diğer önemli nedeni ise, etiğin artık bütün medeni ülkelerde tekrar eski önemli konumunu kazanmaya başlaması ve her konuda temel ölçülerden biri olmasıdır. Amaca giden her yolu mubah sayan Makyavelist yaklaşımlar çağdaş dünya tarafından artık şiddetle dışlanmaktadır. Amaç kadar yol ve yöntem de dürüst ve doğru olmalıdır.

Önce kitap eleştirisinin ne olup ne olmadığından başlayalım.

Eleştiri nedir ve nasıl olmalıdır? Bu konuda pek çok şey söylenebilir. Ortak noktaları, eleştirinin yapıcı olması, hem doğruları hem de yanlışları belirtmesi, daha önemlisi, olmazsa olmaz koşulu, eleştirinin hakaret ve küçük düşürme amacını taşımaması ve ahlaka aykırı olmaması olarak belirleyebiliriz. Bırakın kitap eleştirisini hiçbir yazı hakaret ve küçük düşürme amacıyla yazılmamalıdır. Kanımca yazar buradaki bütün asgari koşullara aykırı hareket etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Sevan’a, bizim alaylı güruha ilk öğretilen meslek sırrı verilmiş, “önce işin püf noktalarını, ahlaksızlığını öğren, sonra doğrusunu da öğrenirsin” denmiş. Bu kişisel bakışım, karar yine de okuyucuya ve Sevan’a kalacaktır.

Medya ve basın etiği ile ilgili birkaç belge gösterelim.

“. … .Medya ahlakını tanımlamadan önce medyada ahlaka uygun olmayan davranışlara bazı örnekler vermeye çalışalım:
Kişileri karalayıcı (hakaret, kötülemek, aşağılamak v.s) yayınlar yapmak” (1)

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti -Türkiye Gazeteciler Hak ve Sorumluluk Bildirgesi :

E) Gazetecinin Temel Görev ve İlkeleri

10. Gazeteci, intihal (aşırma), iftira, hakaret, lekeleme, saptırma, manipülasyon, söylenti, dedikodu ve mesnetsiz suçlamalardan kesinlikle uzak durur.

Basın Konseyi -Basın Meslek İlkeleri

4.- Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.

Okuyucu bu kriterlere göre karar verecek, bu karar Sevan’ın ya ahlaksızlığının ya da ahlaksız olmadığının tescili olacaktır. Ancak okuyucuları yanıltmamak için şunu da belirteyim, ben, bu yazıya Değirmenciyan’ın hakaret ve küçük düşürme amaçlı sözlerinin pek azını aldım. Bir tek sahtekarlık sözü bile bence yeteri kadar fikir verecektir. Bu ölçülerle bakarak, Sevan, “ben M.Bebiroğlu’na hakaret etmedim, küçük düşürmeye çalışmadım” diyebiliyorsa bir diyeceğim yok. Değilse hem kendisinin, hem de yandaşlarının özür dilemesi gerekir. Açık söylemek gerekirse ne kendisinden, ne de yandaşlarından böyle bir davranış bekliyorum.

Hangi nedenle olursa olsun gerekenleri söyledikten sonra eleştirilere, okuyuculara saygı gereği, elbette cevap vereceğim.

Önce bazı genel konulardan başlayalım:

Tarih Yazımı:

Tarih konusunda da Sevan Değirmenciyan’ın kendine has görüşleri var. Bu nedenle bu konuyu da ayrıca ele alalım. Sevan, kitabımdaki bazı bölümler kesin kaynaklara dayanmadığı ve kesin olarak doğru olmadığı için kitabın toplatılması gerektiğini söylüyor.

Bu konuya bir göz atalım.

Urfalı Mateos’un Vakayiname’sini çeviren Hrant D.Andreasyan, bu tarihçi hakkında şunları söylüyor:

“… Urfalı Mateos, Bizans müelliflerini okumadıktan başka, kendi muhitinin yerli kültürü olan Süryani edebiyatıyla da temas etmemişe benziyor. Hatta Ermeni tarihine dair eserinde rastladığımız bazı göze çarpan yanlışlar, onun, kendi milli edebiyatını ve bu edebiyata dair eski ve yeni başlıca eserleri de okumamış olduğu intibaını veriyor.

Fakat bütün bu eksiklere rağmen, Urfalı Mateos’un vakayinamesi, Yakın-Şark tarihi ve özellikle bu bölgelerin Türkler tarafından zapt edilmesi ve Haçlı seferleri ile Latin prenslerinin hayat ve akıbetleri hakkında kıymetli bir tarih kaynağıdır.” (2)

Bu durumda Urfalı Mateos’un kitabını da toplatacak mıyız?

Sevan’a göre, tarih yazarı konuyla ilgili her kaynağı bulacak, yalayıp yutacakmış. Gerçekten 8. ya da 9. yüzyılda böyle bir düşünce haklı olabilir. Bir örnek vereyim, bir web sitesi Ermeni meselesi ile ilgili olarak batı dillerinde yazılmış kaynakların 26.000 civarında olduğunu yazıyor. Türkçeleri katmasak bile, bu konuda yazmak isteyenlerin bütün konuyla ilgili kaynakları yalayıp yutmaları gerektiğine göre, seyreyle cümbüşü. Bu kaynaklara ulaşmanın bedeli de ayrı bir ekonomik sorun. Ayrıca şunu da belirleyelim, objektif yazım hataları dışında kalan konularda neye, hangi kaynaklara göre doğrudan bahsediyoruz. Türk kaynaklarına göre doğru olan, Ermeni kaynaklarına göre pek ala yanlış olabilir. Hele Patrikhanenin kuruluş tarihi gibi, hem Türk, hem Ermeni kaynaklarının %99.9’unun kabul ettiği bir tarihe bile bir iki kişi çıkıp yanlış diyebiliyorsa, nasıl matematik doğrulardan söz edebiliriz?

Elbette her namuslu bilim adamı, herkesçe kabul edilebilecek tarihi gerçeklere ulaşmak ister. Diğer yandan tarih sosyal bir bilimdir, her zaman yazarının ve zamanının paradigmalarından etkilenir. Basit bir örnek verirsek, imparatorluk döneminin tarihleriyle, ulus devlet döneminin tarihleri ve tarih yazarlığı arasında uçurumlar vardır. Hiçbir vakanüvis kralın ya da imparatorun aleyhinde bir şey yazamaz. Ulus devlet ise, tarihi millet inşasının bir parçası olarak gördüğünden, öncelikle ulusal birliği sağlamak için gerekli görülen, görkemli geçmiş ve kahramanlıkları tarihten bekler. İkinci olarak yine ulusun inşası için zorunlu olan, olumsuzlukların ve kötünün yüklenicisi olacak ötekininin ya da ötekilerin üretimi de tarihe düşer. Tarihi matematik gibi görmek, bilimsel bir görüş olamaz. Bir yandan tarihi tek doğrulu bilim olarak görüp, diğer yandan birkaç sayfa sonra Patrikliğin kuruluş tarihi konusunda bile tarihçiler arasında bir birliktelik olmadığını söylemek, hem bu görüşün, hem de yazarının ne kadar tutarsız olduğunu göstermektedir. Öyle ya bu eserlerden biri yanlış ise, yazara göre onun da toplatılması gerekecektir. Bakalım üstat (!) Çamıçyan’ın mı, yoksa Berberyan’ın mı kitaplarını toplatacak.

Tarihle ilgili kesin doğrulara ulaşmak zannedildiği kadar kolay ve basit olsaydı, en azından son yüzyılın tarihinde bir mutabakat sağlanmış, örneğin 1915 olaylarının gerçeği tartışmasız kabul edilmiş olurdu. Daha son yüzyılın tarihinde ortak gerçeklere varamazken, 1500 yıl öncesinin tarihinde “sadece benim bildiklerim doğrudur” demek nasıl mümkün olacak, merak konusu.

Kaynak meselesine gelince. Bu kitabın temel amacını, önsözde ve pek çok yerde defalarca yazdım. Bu kitabın temel amacı, çeşitli zamanlarda Ermeni cemaatinin yönetiminde rol oynayan üç nizamnamenin gün ışığına çıkmasıydı. Bunun için de gerekli temel kaynak üç nizamnamenin Türkçe ve Ermenice metinleriydi. Özellikle Türk okuruna ve tarih konusunda yeterli bilgisi olmayan Ermeni okura bilgi vermek amacıyla yazılan kısa tarih bölümü ise, büyük ölçüde Türkçe kaynaklara dayanıyordu. Kaynakçada doğrudan yararlanmadığım hiçbir kaynağa yer vermedim. Zaten böyle bir ihtiyaç da yoktu. Bu nedenle kaynak yetersizliğinden bahsetmenin bir anlamı yoktur.

Gelelim diğer eleştirilere:

1.- Sevan, 5. yüzyılda İstanbul’da Ermeni Kilisesi ve okulunun olmadığını, bu konuda belgesiz ve tarihi yanıltıcı iddialarda bulunduğumu söylüyor. “Tarih belge ister Murat Bey” diye başlıklar atılıyor.

Sevan, “… sonuç şudur: İstanbul’da 5. yüzyılda Mesrop Maşdotz himayesinde bir Ermeni okulu kurulmuştur. Yani özetle Ermeniler o tarihten itibaren kilisesi ve okulu olan teşkilatlanmış bir cemaat olarak varolmuşlardır. Oysa, elimizdeki kaynaklar bize farklı bilgiler verirken Murat Bebiroğlu’nun bu bilgileri nereden aldığı merak konusudur” diyor.

Önce bir konuyu açıklığa kavuşturalım, ben hiçbir yerde teşkilatlanmış bir cemaatten söz etmedim. Kaldı ki, “teşkilatlanmış cemaat” sözünün, 5. yüzyılda ne anlama geldiği de ayrıca açıklanmaya muhtaçtır. Okul ve kilisenin varlığı başka şey, örgütlü cemaat başka bir şeydir. Ev kiliselerde dua edip, Ermenice harfleri öğrenecek kadar kimliklerini koruyan insanların, 5. yüzyılda teşkilatlı olduklarını söylemek zorlanarak yapılan bir yakıştırmadır.

Okul ve kilise konusuna dönersek, 5. yüzyılda İstanbul’da Ermenice yazıların öğretildiği, hem Müteveffa Karekin I (Haçaduryan) Badriark’ın “Aşkharhi Luys i Hays Gam Avederani Luysı Hayasdanyayts Yegeğetsvo Brismagen” isimli kitabında var, hem de Lraper web sayfasında “Vartanank Bayramı Kutlanıyor” başlığı altında yıllarca yayımlandı:

İlk belge Müteveffa Patriğimiz Karekin I’in eserinden:

“ … Mesrop, Sahak’tan da aldığı cesaretle İstanbul’a gitti. Orada, aslen Ermeni ve Sahak’ın okuldaşı olduğu sanılan Patrik Attikos’a başvurarak, kendisine Ermenistan’daki kültürel ve edebi gelişmeler hakkında bilgi verdi ve misyonunun amacını açıkladı. Mesrop saygıyla karşılandı. Orada sadece öğrenciler için zemin hazırlamakla kalmadı, imparatorluğun batı bölümünde de kendisinin eğitsel projelerini gerçekleştirmek için Ermeni okulları açma izni aldı. Mesrop, yüreği rahat, İmparator izni ve hediyelerle Ermenistan’a döndü.” (3)

İkinci belge Lraper’den:

“404 yılında, Pers-Ermeni Kralı Vramşabuh’un ve Ermeni Hayrabedi 1. Sahak Bartev’in döneminde, Surp Mesrob Maşdots Ermeni yazısının mucidi oldu. Yeni yazı önce Pers-Ermeni bölgesinde yayılmaya başladı. On yıl kadar sonra, Surp Mesrob İstanbul’a gelerek Bizans İmparatoru ve Rum Patriğinden, yeni yazıyı Bizans İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Ermenilere de öğretebilmek için gerekli izni aldı. Ermeni Kilisesi’nin yarattığı yeni yazı hem Anadolu ve Kafkasya’da yaşayan Ermenilerin geneline yönelik birleştirici bir unsur olma yolundaydı, hem de Bizans, Pers, Süryani kültürlerine karşı bağışıklık sağlayacaktı”.

Yüzyıllarca kiliselerimizin yanında okuma yazma ve matematik öğreten, bu gün kurs diyebileceğimiz yerlerin adı, okul (Tıbrots) olmuştur. Ama biri çıkıp ve kesin olarak, bilerek, okul sözünü ancak 18. yüzyılda kurulabilen sınıflı binalar olarak anlayıp, tıbir ve tıbrots sözünün bağlantısını görmezlikten gelirse ne denir? Eğer İstanbul’da Ermenice harfleri öğrenmek için bir tek kurs bile açılmışsa, “İstanbul’da okul vardı” demek doğrudur.

5. yüzyılda İstanbul’da 5000 kişinin varlığını(4) ve bunların kendi yeni yazılarını öğrenecek kadar Ermenilik¬le¬rini yitirmediklerini kabul edip, orada okul ve Ermeni Kilisesi yoktu demek için, cahil değil kötü niyetli olmak gerekir.

Bilmem bu kanıtlar, Sevan’a ve yandaşlarına yetecek mi? Tarih daha nasıl belge isteyecek acaba?

Ermeni Apostolik Kilisesi, Ermeni milletinin varlık nedenidir. Ermeni’nin bulunduğu her yerde kilisesi de vardır. “Bundan dolayı, dün de, bu gün de ‘Ermeni’ denilince akla hep ‘Ermeni Kilisesi’ gelir olmuştur. Ermenilerle ilgili eser yazanlar, eserlerinde ‘Kilise’ ile ‘Ermeni’nin, alfabesiyle, yönetimiyle iç içe varlığını sürdürdüğünü; kilise olmadan Ermeni’nin olamayacağını ve bu günkü varlığını da Kilise’ye borçlu bulunduğunu belirtmişlerdir (Bkz. Malachia Ormanian, L’Eglise Arménienne, Antélias-Lübnan 1954, II-IV, 11-14, 38, 168-170; M. Ormanian, Le Vatican et Les Arméniens, Rome 1873, 155, 211; Kévork Aslan, L’Arménie et les Armeniens, Costantinople 1914, 31, 33, 35-37, 40-44 …) (5)

Sevan, “Sonuç olarak diyebiliriz ki Ermenilerin nüfusu ve kesafeti Ermeni-Bizans ilişkilerinin o döneminde başlı başına bir cemaat olmaları için yeterli değildi” diyor. Diğer yandan 5000 kişinin varlığını kabul ediyor. 5. yüzyılda 5000 kişi, bu günün en azından yüz katına denktir. Kilise muhakkak çan kulesi olan, muazzam binalar değildir. Eğer insanlar bir yerde toplanıp dua ediyorlarsa, orası kilisedir, Allah’ın Evi’dir. İlk yüzyıllarda, gizlilik, geçicilik gibi çeşitli nedenlerle bugün anladığımız anlamda kiliselerin olmadığı kesin. Yerleşik, görkemli ve kalıcı kiliselerin yapımı özellikle imparatorlukların Hıristiyanlaşmasından sonraya rastlar.

5. yüzyılda, yani bütün dini duyguların en güçlü olduğu dönemde, Ermeniliğini yaşayan bu insanların ibadet etmedikleri düşünülemez. Burada açıkça söylenen şudur: 5. yüzyılda İstanbul’da Ermeniler vardır, Ermeni’nin bulunduğu yerde Ermeni kilisesi vardır. Bu nedenle de bilinen belli bir binadan yapıdan söz edilmemiştir. Ev kilise denen, evler de kilisedir, Allah’ın evidir. Amaç eğer bu günkü anlamda bir kilisenin varlığı olsaydı, muhakkak bir isim vermek gerekirdi.

Kaldı ki, ilk yüzyıllarda günümüz kilisesine benzer yapılara rastlamak mümkün değildir. “…Kapadokya’da 1. yüzyılda kesin olarak kilise yok, yani kilise olarak kullanılan mağaralar da dahil belki, en azından günümüze ulaşabilenler 4. yüzyıldan itibarendir. 3 Yüzyılda kilise denilemeyecek, ama cemaat evleri yani oykos eklesiye (ikos-eklisia MB)- cemaat evi (Ev kilisesi MB) denilen evler vardır; küçük gruplar halinde Hıristiyanlar tapınma ibadetlerini bu evlerde gerçekleştirirler” . (6)

Ermenice harfleri öğrenmek için çaba harcayan, yani asimile olmamış 5000 Ermeni Hıristiyanlığın en güçlü olduğu çağda, elbette Hıristiyanlığını da kendi geleneklerine göre sürdürecektir.

Sonuç olarak, 5. yüzyılda İstanbul’da Ermeni Kilisesi ve Okulu vardır.

2.- Sevan, “Tarih afakiliği ve sahteciliği reddeder. Kitabın ilerleyen sayfalarında ‘Ermeniler Anadolu’ya gelen Türk boylarını çok iyi karşıladı’ diyor. Kanıt nerede?” diyor. Kısacası beni sahtecilikle suçlarken, “‘Ermenilerin, Anadolu’ya gelen Türkleri iyi karşıladılar’ doğru değildir” diyor.

Ermenilerin, Selçukluları iyi karşıladıkları savının, genellikle Türk tarihçilerinin savı olduğu kesin. Ancak Türk olmayan tarihçiler arasında da bu savı destekleyenler var. Diğer taraftan Bizans’la Ermenilerin sürtüştüğü de tartışılmaz bir gerçek. Zaten ben de kaynakların çoğunun Türkçe olduğunu açıkça belirttim. Kaldı ki Urfalı Mateos, bazı yerlerde Türklerin şehirleri alıp, halkını kılıçtan geçirdiğini söylerken, bazı yerlerde, Selçuklular bir şehri aldığı için Ermenilerin sevindiğini belirtilmektedir. Yine Urfalı Mateos, Bizans’ın mezhep farklılığı nedeniyle Ermenilere baskı yaptığını açıkça yazıyor.

Urfalı Mateos Vakayı-namesi:

“ … Katolikos Haçik yabancı memlekette altı yıl katolikos kaldıktan sonra öldü. O, Greklerin içinde bir garip olarak yaşadığı zaman, hayatını acılar içinde geçirdi. O, İstanbul’da haksız ve azgın Roma milletinin tahriklerine maruz kalmıştır. Çünkü onlar katolikosu, mezhebi için her türlü işkenceye maruz bırakmışlardı (1065-1066)” (7)

Urfalı Mateos Vakayı-Namesi :

“… İmparator (Roma) ve kendisi ile ittifak edenler, Ermeni mezhebini ortadan kaldırmak ve St. Grigor Lusavoriç’in inancını bozmak istiyorlardı. O, çok eski senelerden beri tesis edilmiş ve kökleşmiş olan inancımızı Ermenistan’dan kaldırmağa ve yerine kendi şeytani karmakarışık mezhebini koymağa karar vermişti” (8)

Vakayı-Name:

“ O İmparatorun, Ermeni kralzadelerini Romalı olarak vaftiz etmek istediğini duyunca Ermenileri büyük elem içine düşürdü. Gagik, konakladığı bütün yerlerde Grekleri tahkir etmek için Ermeni askerlerine, ileri gelen Romalı kadınlarına tecavüz etmek emrini verdi. Çünkü o, bir daha İstanbul’a dönmemeğe, İran sultanı Alpaslan’ın yanına gitmeğe ve Ermeni tacına tekrar malik olmağa karar vermişti. Sultan, Gagik’i çok defalar yanına çağırmıştı, fakat o Hıristiyanlığından dolayı bu davete icabet etmemişti” (9)

“(1071-1072)…Bu sırada Romalılar, İmparatorun nezdinde gidip Sivaslılarla bütün Ermeniler hakkında tezviratta bulundular ve ‘Emir Gıdric hücum ettiği vakit Ermeniler bize Türklerden çok fenalık yaptılar’ dediler. İmparator Diojen, Romalıların bu yalan sözlerine inandı ve İranlılara karşı yapacağı harpten dönünce Ermeni mezhebini ortadan kaldıracağına dair tehditler savurdu ve yemin etti. O, aynı zamanda Roma askerine, Sivas şehrini talan etmek emrini verdi. Askerler, talan esnasında zalim İmparator Diojen’in bu haksız kararından dolayı bir çok insanı da öldürdüler. İmparator,Ermeni kralzadeleri olan Atom ile Apusahl’ı da gözden düşürdü. Ve Sivas’ı matem içine soktu.” (10)

Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi Bildirileri:

“Malazgirt Savaşı’nda Ermeni kaynaklarının, açıkça itiraftan kaçınmalarına rağmen, çağdaş Ermeni müellifi Aristakes’in, Bizans İmparatoru’nun, bu esnada ‘sebepsiz yere Ermeni askerlerine ve milletine öfkelendi’ ibaresi onların da daha önce olduğu gibi, savaş zamanında kaçtıklarını göstermektedir. Nitekim tarafsız müellif olan Süryani Mihael, Bizanslıların ‘bozuk mezheplerini kabule zorladıkları Ermeniler muharebede sırtını çevirerek kaçtılar’ ifadesi bu durumu doğrulamaktadır. Bu suretle İmparator, ordusunun dağılmakta ve Türklerin de şevkle ve süratle saldırmakta olduğunu görüyordu” (R.A. Guseynov, “İz Hroniki Mihaila Siriytsa” Pismennie Pamyatniki Vostoka Istoriko-Filoogiçeskie İssledovaniya, 1973, Moskova, 1979, s. 28; Arakelyana-Ionnisyana İstoriya, Armayanskova Naroda, s. 154-156; İsmail Hami Danişmend, “Süryani Mikail Vakayinamesi”, Türklük Mecmuası, sa: 5, İstanbul, Ağustos 1939, s. 409) (11)

Vakayı-name:

“ Melikşah, hakimiyeti boyunca Allah’ın yardımına mazhar oldu. O, bütün ülkeleri fethetti ve Ermenistan’ı sulh ve asayişe kavuşturdu” (12)

Vakayı-name

“Aynı yılda Bozan adlı bir emir, cihangir sultan Melikşah’ın emriyle büyük bir ordunun başında olduğu halde Urfa şehri üzerine geldi. …Şehrin ileri gelenleri, Bozan’ın yanına gidip Urfa’yı ona teslim ettiler. Bu vaka 536 (28 Şubat 1087-26 Şubat 1088) yılında Navasart ayının ilk gününde oldu. Böylelikle Urfa şehri ile bütün havalisi, tam asayişe kavuştu ve şehir sevinç içine düştü” (13)

Vakayı-name

“Onlar, şiddetli bir hücum esnasında şehrin kulelerinden birisine çukur kazmakla yıktılar ve bu suretle Gantsag (Gence) şehrini zapt etiler. Onlar, halkı kısmen kılıçtan geçirdiler. Bozan’ın emriyle katliam durduruldu ve sulh akdedildi. Bu sırada şehirde bulunan Ağvan katolikosu Istepanos, Allah’ın inayetiyle Bozan’ın ordusunda bulunan Ermeni askerleri tarafından himaye edilip kurtuldu” . (14)

Bu kadar belge yeterli mi? Takdir okuyucularındır.

3.- Sevan, benim tarihi bilmediğimi, tarihe sadık kalmadan okuyucuyu etkilemek istediğim sonucuna varırken, Patrikliğin kuruluş tarihinin tartışmalı olduğunu söylüyor.

Yine burada bir yanılgı var. Ben Ermeni tarihi araştırması yapmadım, böyle bir iddiada da bulunmadım. Etkileme suçlaması ise, tamamen havada kalan bir saldırı. Yüzyıllardan beri Ermeni Kiliseleri, Osmanlı tarihçileri, İstanbul Ermeni Patrikliği’nin kuruluş tarihini 1461 olarak belirlemişler ve yıldönümleri de böyle kutlanmıştır. İki tarihçi 1464 dedi diye kuruluş tarihini mi değiştireceğiz? De ki doğru olsun, ne ilgisi var bunun benim kitabımla? Ben Patrikliğin kuruluş tarihi konusunda araştırma da yapmadım, yazı da yazmadım. Gerisi boş söz.

4.- İlk patrik Hovagim’in Kilikya Episkoposu olup olmadığı.

Yine anlamsız bir eleştiri. Ben kitapta nereden yararlandığımı yazdım. Kendisinin de belirttiği gibi Hovagim ismi üzerinde bile pek çok spekülasyon var. Ben kaynak olarak Alboyacıyan’ı aldım, bunu da belirttim. Kaldı ki, Katolikosluk 1441 yılında Eçmiyadzin’e döndüğüne göre, 1461 yılında episkopos olan bir kişinin Kilikya’da episkoposu olması çok doğal. Eğer biri çıkıp, bu konuda yazan diğer kişilere neden bakmadın, başka hipotezle de var derse, bu anlamsız bir soru olur. Neden bakayım? Benim konumun ve araştırmamın Patriğin kimliği ile uzaktan yakından ilgisi yok. İsteyen oturup bu hipotezlerden hangisinin doğru olduğunu araştırabilir. Diğer taraftan, hani tarih kesin belgeler isterdi? Hem kesinlikten bahsedip, hem de çeşitli hipotezlerden bahsetmek ne kadar dürüstçe?

5.- Nizamnamelerle ilgili bir kitap yayımlanırken Ermenilerin kökleri, oluşumu ve doğuşu konusu neden incelenir? Burada da Türk kaynaklarından yararlandığım için beni dürüst ve ciddi olmamakla suçluyor.

Gerçekten bu genç, ilginç bir tip. Hani insanın ‘Keyfimin kahyası mısın? Sana ne? Sen yazarsan, başka türlü yaz’ diyesi geliyor. Eğer araştırma konusu, azınlığı ilgilendiren bir konu ise ve çoğunluğun diliyle yazılmışsa, azınlığın tarihini neredeyse hiç bilmeyen çoğunluğa ve tarihini bilmeyen azınlık mensuplarına, en azından okuyucuya saygı gereği, kısa ve öz bir bilgi verilmesi son derece gerekli bir uygulamadır. Nitekim ister Türk, ister Ermeni olsun, azınlıklarla ilgili tüm araştırma kitaplarının başına azınlığın küçük bir tarihi eklenir. Bu, hem Türk hem Ermeni tarihini bilmeyen Ermeni okuyucuya konuyu daha kolay anlayabilmesi için seçilen bir yol ve okuyucuya saygının bir gereğidir. Adama, çok biliyorsan, orada ahkam keseceğine Ermeni tarihini yazsana derler. Benim öyle bir iddiam var mı?

6.- Nizamnamelerle ilgili tarihi geçmiş neden araştırılmamış?

Bazı şeyleri yazarak bile bazı kişilere anlatmak mümkün olmuyor. Ben kitabın temel amacının üç nizamnamenin gün ışığına çıkması olduğunu defalarca yazdım. Yani menenjit olacak kadar beyni olan herkes, bu nizamnamelerle ilgili siyasi düşünce tarihinin incelemesinin ayrı bir iş olduğunu anladı. Bu kitap bu haliyle bile planlanan boyutu çok aştı. Bu yüzden de pek çok bölümü çıkardık. Hatta bu konuda Alboyacıyan’ın Nizamnamenin 50. yılı dolayısıyla hazırladığı Surp Pırgiç Hastanesi Salnamesi’nde yer alan çalışmasını çevirip ayrıca yayımlamayı düşünmüştüm. Ancak ne yazık ki ne yeteri kadar zamanım vardı, ne de keyfim.

7.- Nizamnamelerin, kilise ve patriklikle ilgisi konusunda yeteri kadar bilgi verilmemiş.

Ne denir, yazar önündeki kitabı eleştirmiyor, kafasındaki kitabı yazıyor. Bir yandan ‘bu konuda o kadar çok kitap, makale ve yayınlar var ki, yenilerine gerek yok’ derken, diğer yandan ‘Bebiroğlu tüm bu konulara çok az yer verdiği için bu eksikliği gidermek için bu konulara değindik’ diyor. Bak şimdi işe, eksikliği gidermek sana mı kaldı? Bebiroğlu, güneş olsan üstüne doğmanı ister mi?

8.- “Sahmanatrutyun”un Ermenice anlamı?

Sevan Değirmenciyan’ın amacını anlıyorum, derdi bağcıyı dövmek. Sahmanatrutyun’un, 1860 öncesi kelime anlamının sınır koymak olduğunu bilmek için herhalde Ermenistan’da öğrenci olmak gerekiyor(!) Ne önemli, ne değerli bir bilgi (!). Yani eskilerin ‘saded dışı konuşmak’ dedikleri herhalde budur. Osmanlı zaten “Kanun-u Esasi” demiyor, “Nizamname” diyor. Ermeniler ise başından beri “Anayasa” anlamında “Sahmantrutyun” diyor. Batılılar da ta başından beri bu nizamnamelere “constitution” (anayasa) diyor.

9.- Katolikosluk ve patriklikler:

Eçmiyadzin’in eşitler arasında birinci olması sorunu.

Pek bu konunun tartışılmasından yana olmamakla birlikte, dört Makam (ator) meselesine de kısaca değineyim.

Önce genel olarak ele alırsak: “Yunanca ‘patrikhis’den gelen, Ortodoksların ve bazı doğu kiliselerinin ruhâni başkanlarına (liderlerine) verilen ad. Bir başka tarifle, büyük ve en önemli şehirlerin, otosefal (kendi kendini idare etme hakkına sahip) kiliselerin ruhâni reisleri (başkanları). (A Dictionary of Religion and Ethics, London 1921, 327, “patriarch” md.; Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 244; M.Z.Canan, Ansiklopedik Din ve İnanç Sözlüğü, İstanbul 1983, 180; Duden Zexikon, (Mannheim), Band, 3, 3. Auflage 1729, “patriarch” md.; The Ortodox Church, London 1964, 290)” M. Süreyya ŞAHİN (15)

Ermenice’de ise, Badriark titri, Baş+ Peder, yani Hayr + abed kelimesinin Rumca’dan alınan şeklidir.

“İstanbul Ortodoks Rum Patrikhanesi’nin Yunanistan’daki temsilcisi Pergamos (Bergama) Metropoliti İoannis’e göre, iki grup Ortodoks kilisesi (otosefal ve otonom) arasındaki en temel fark, bağımsızların kendi kiliselerinin başındaki kişiyi diğer hiçbir kiliseye danışmadan seçebilmeleri, özerklerin liderlerinin ise İstanbul patrikhanesi tarafından belirlenmesidir” . (16)

Günümüzdeki Ermeni Kilisesine gelince, elbette Eçmiyadzin ruhani merkez ve birincidir. Dört makamın başındakilere de Ermenice Hayrabed adını veriyoruz. Hayrabedin Rumca karşılığı badriarkdır. Bu dört Hayrabed arasında birincilik, tartışılmaz bir üstünlüktür. Ancak Eçmiyadzin’in diğer üç makam üzerinde herhangi bir idari yetkisi yoktur. Ne patrik atayabilir, ne de patriği görevden alabilir. Patriklik ya da diğer Katolikosluk bölgesinde hiçbir atama yapamaz, hiçbir ruhaniyi görevden alamaz. Örneğin bizim seçtiğimiz bir patriğin göreve başlaması için Eçmiyadzin’in onayına ihtiyaci yoktur, zaten nizami episkoposlar arasından seçilmiştir. Bölgesel Başepiskoposluklar (Araçnortluklar -Ruhani Önderlikler) her ne kadar yerel meclisler tarafından seçilmekteyse de Eçmiyadzin tarafından onaylanırlar. Kilikya Katolikosu ile Kudüs ve Türkiye Patriklikleri ise, yeni makamlarına yükseldikten sonra tanınırlar. Unutulmamalıdır ki, bu makamların başında bulunanların hepsi de episkoposabet olan Katolikos dahil, episkopos rütbesine sahiptir.

Diğer taraftan istense de bu durumu değiştirmek mümkün değildir. Farklı ulus devletlerin egemenliği altında bulunan Katolikosluk ve patriklikler, isteseler de Eçmiyadzin’in idari ve mali idaresi altına giremezler. Her şeyden önce devlet buna izin vermez.

Birden fazla hayrabetlik bulunmasının doğruluğu ya da yanlışlığı ayrı bir konudur. Ortada bir gerçek varsa, asırlardan beri Ermenilerin birden fazla Katolikosluğu olmuştur.
Vakayı-name

“1085-1086… Bu zamanda Ermeni milletinin altı katolikosu vardı. Bunların ikisi Mısır’da diğer dördü de Ermenistan’ın muhtelif yerlerinde idiler” . (17)

10.- En bozuk saat bile günde iki defa doğru zamanı gösterir:

Benim on iki bölümde topladığım eleştiriler arasında iki doğru var:

Önce, 75. sayfanın ilk paragrafı 1860 Nizamnamesi’nin önünde olmalıydı bu ciddi bir yanlış. Patrik Mateos, Agop Seropyan olmalı, istifasından sonra da yeniden seçildiği belirtilmeliydi. Elbette bir mazeret değil, ama metinleri kısaltırken maalesef bu karışıklık olmuş. 1860 Nizamnamesi’nin önünde yer alan bölüm, 1863’ün başına gelmiş. Kimseyi tahrif ettiğimiz falan yok, anlayacağınız bir hata.

İkinci bir hata, bazı tırnakların içindeki Ermenice’den yapılan çevirilerin birebir aynı olmaması. Kitap konuyu bilmeyen bir çok kişi tarafından dil açısından düzeltilince, anlamca önemli bir fark olmamakla birlikte sözlerde değişiklikler oldu. Bazı tırnak hataları da buna eklenince bazı karışıklıklar olduğunu kabul etmek gerekiyor. Zaten ben de hiç hatam yok demedim, büyük hatalar yapmadığımı sanıyorum dedim. Bu söz bile nedense Sevan’ın hoşuna gitmemiş. Hataları savunmak için nedenler bulmaya gerek yok. İlk kez bir kitap yazıp, her problemiyle uğraşan bir kişi olarak elbette hata olacaktı.

11.- Tercüme Hatası.

Demirciyan burada, bilerek, tırnak hatasını tercüme hatası olarak gösteriyor. Bence, utanılması gereken bir davranış bu. Yazıda 15-17. sayfada çok önemli tercüme hatası bulunduğu iddia ediliyor. Alboyacıyan’ın yazısını okuyan herkes, orada ne Fatih’ten, ne Fatih’in dinlerin birleşmesiyle ilgili amaçlarından ve ne de Rönesans’tan bahsedildiğini rahatça görecektir. İlk paragraftan sonra gelen iki paragraf kişisel yorumdur. Sonra gelen dördüncü paragraf Alboyacıyan’ın ikinci paragrafıdır. Yani açıkça görülen tırnak hatası tercüme hatası olarak gösterilmiştir. Alboyacıyan’da böyle bir yorum yok.

12.- 1916 Nizamnamesine neden yer verilmiş?

Sevan, 1916 Nizamnamesi ile ilgili olarak, “M.Bebiroğlu konunun detayına inerek meselenin tekrar irdelenmesine imkan yaratmıştır. Umalım ki her zaman derin kalp acılarına, kederlere ve sarsıntılara neden olan bu ölü belge, gömülü olduğu yerden tekrar gün ışığına çıkmaz” diyor. Yazar, satır aralarında, bu “uğursuz belgeyi” neden gündeme getirdin, milletin aklına düşürdün demeye getiriyor. Benzer kafa yapısında olan başka yerlerden de bu sözler duymuştum. Sen gel de bu adamın, bilime ve tarihe saygısına hayran olma (!). Tarihi belgeleri ve tarihi hesabına geldiği şekilde yazacaksın, işine gelmeyen belgeleri görmezden geleceksin, sonra da bilimsel olmak iddiasıyla birilerine saldıracaksın. Daha acısı ise, biz tarihi belgelerin gizlenmesine karşı çıkarken, bu gencin beni aynı konuda eleştirmesidir. Ne demeli, bazı kişilerde bu faşizan bakışı bilimsel olmanın gereği sayan bir kafa yapısı var.

SONUÇ

Bu kitabın temel amacı, isminden de anlaşılacağı gibi, üç nizamnameyi gündeme getirmektir ve kitap görevini yapmış, 1860, 1863 ve 1916 nizamnameleri Türkçe ve Ermenice yayımlanmıştır.

Son olarak şunu söyleyeyim, ne şu ya da bu gazetenin benim hakkımda yazacakları, ne de Sevan gibilerin düşüncesi beni korkutur. Ne cemaatten besleniyorum, ne de cemaatle bir alışverişim var. Vermesem, hiçbir yerden bir şey almam söz konusu değil. Sevan gibilerin yaklaşımları, sadece çalışmak, üretmek isteyenlerin şevkini ve cesaretini kırar. Gerçekte ise yapılması gereken, araştırmacılarımızı, gençlerimizi daha çok çalışmaya, daha çok üretmeye teşvik etmektir. Çoğumuz daha yakın tarihimizi bile doğru dürüst bilmiyoruz. Çalışacak, araştıracak insanlara ihtiyacımız var. Yoksa, küçük kişisel menfaatleri uğruna eğilip bükülen, bu menfaatleri zedelenince de öptükleri eli ısıran, hiçbir etik kaygı taşımayan ve bunu marifet sanan yeteri kadar küçük insan var. Bunun için yüksek eğitimlilere gerek yok.


Dipnotlar

(1) Prof. Dr. Coşkun Can Aktan, Ahlaki Yönden Yeniden Yapılanma ve Toplam Ahlaka doğru- Meslek Ahlakı ve Sosyal Sorumluluk. Arı Düşünce ve Toplumsal Gelişme Derneği, 1999.

(2) Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vakayi-namesi (952-1136) Ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162)- çeviri: Hrant D. Andreasyan T. Tarih Kurumu Ankara 1987- H.D. Andreasyan’ın Önsöz, sayfa XXII.

(3) Karekin Yebisgobos Trabizoni Haçaduryan, Aşkharhi Luysn İ Hays, Katoğigosutyan Hayots Medzi Dann Giligyo. Antilyas, 1988. s. 55.

(4) Arsen Yarman, Osmanlı Sağlık Hizmetinde Ermeniler ve Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Tarihi, sayfa 19.

(5) Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, Andaç yayınları, Ankara 2003, sayfa 14.

(6) Anadolu Uygarlıklarından 3. Binyıla Mesajlar Toplantı Kitabı-MMOB- Sayfa 146

(7) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 123.

(8) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 128.

(9) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 131.

(10) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 141

(11) Yrd. Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu, Tarihi Süreçte Selçuklu-Ermeni İlişkileri, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Yayın No 3, Ankara 2003, Cilt I, sayfa 339.

(12) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 146

(13) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 173

(14) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 174

(15) -http://www.sevde.de/islam_Ans/P/05.htm.

(16) Elçin Macar, Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, sayfa 23.

(17) Urfalı Mateos, a.g.e, sayfa 168

Yorumlar kapatıldı.