Hürriyet gazetesinin
başlığını ilk gördüğümde, eğlenceli bir haber niyetiyle okumaya başlamıştım.
Eğlenceli değildi ama çok geçmeden Türkiye eğlenmeye başladı. Bu topraklara özgü
bir kanunu bir kez daha yaşıyorduk. Acıklı durumlardan tat çıkarmak gibi
muhteşem bir marifetti bu. Böyle durumların çıtası artık öyle yükselmişti ki,
öyle sıradan sorunlara da gülemiyorduk pek. Neyseki son olayda bir rekor kırdık.
Eğlenmeye tenezzül etmeden sadece mızmızlanarak geçirdiğimiz bir uyuşma sonunda,
dişimize layık bir soruna kavuşup, en yüksek çıtayı da aştık.
Ben hâlâ eğlenemiyorum. Fişleme listesindeki bütün satırlara aynı ilgiyi
gösteremeyeceğim. Kolejli çocukların üye olduğu satanistler ve "klu, glu…."
gibi bazı örgütler vardı. Dilimin dönmediği ve yaşımın tutmadığı o isimlerden
anlamam. Zaten anlamamakta haklıyım, matbu bir çeviri olduğu anlaşıldı sonradan.
Ama o şüpheli grupların arasına ilişmiş "Çerkezler, Abhazlar"dan bahsedebilirim,
onları çok iyi tanıyorum.
Babam Abhaz, annem Kabartay’dır ve genel olarak "Çerkez" adıyla biliniriz.
Türkiye’de iyi tanındığımızı biliyorum. "Çerkez" adını ilk duyanların
ağızlarından refleks gibi çıkan tek sözcük, "saygı"dır. Nedense bizim saygımızı
çok başka ve "özden" bulmuşlardır. Övünmek gibi olsun birazcık, öyledir. Küçük
bir çocuk odaya girdiğinde ayağa kalkan dedelerin, babaannelerin olduğu bir
toplum, başka nasıl tanınmış olabilir? Ya da bir salondan çıkarken, sırtını
içeridekilere dönmeden geri geri kapıya kadar yürümek, herkesin tanıdığı "saygı"ya
benzeyebilir mi? Korkunun, buyurganlığın değil, evrensel bir estetiğin
saygısıdır bana göre. Bu evrensellik içine, elbette "devlete saygı" da girip
yerleşebilmiştir. Bu da çok iyi bilinen bir yönümüzdür. Kuvayi Milliye
subaylarının Çerkez kızlarına olan hayranlığını, anlatılan hikâyelerden
biliyorum. O yıllarda Anadolu’da kaşlı, gözlü güzellerin efsaneleri dilden dile
dolaşırken, soluk gözlü, incecik, dimdik "Tabhanta" kızlarıyla evlenmek için o
köylere gelmiş olan subayları, babaannemden duymuştum. Efsaneleri yaşatmak
imkansız. Aradan sayısız dönem geçti. Ama, bu topraklar Çerkezleri sevdi. Vefa,
saygı ve estetik kavramlarıyla bu denli örtüşmüş bir toplumun, bir gün gelip de
"amacı belli olmayan" gruplar olarak tanımlanması acıydı. Ben bu yüzden,
Türkiye’yi esir almış o eğlenceye iştirak edemiyorum, üzgünüm.
"Milli değerler" yine projektör altındaydı. Öyle külçe gibi laflar edildi ki
senelerdir, bu hurda ağırlığa artık köşeler dayanamadı, yazarlarıyla birlikte
çöktüler. Fırsatçılığımı affedin, şimdi bu boşluktan hemen yararlanıp, bir
sadeleştirme örneği vereceğim. Milli mücadele yıllarında Eskişehir’in bir Çerkez
köyünde, Kabartay dedem Atatürk’ü bir kere görebilmiş. Atatürk’e gece uyuması
için muhteşem bir köy evi hazırlanmış. O, "Ben askerlerimle samanlıkta yatacağım,
gönlüm bu yatakta yatmaya razı değil" demiş. Ne kadar "kafi" değil mi? Artık söz
yığınlarını bir kenara itip, dededen toruna intikal eden "gerçek" hikâyelerin
önemini de keşfederiz.
Fişleme taslağında, dikkatimi en az Çerkezler kadar yöneltebileceğim ikinci
kısım ise, "Avrupa Birliği" yanlılarıyla ilgiliydi. AB yanlısı bir vatandaş
olarak, bunun şüpheli tarikatlerden birisine benzetilebileceğini hiç
düşünmemiştim. Türkiye’de hükümetler gelmiş geçmiş ama, AB projesi uzun süredir
bir devlet politikası olarak, hepsinin en öncelikli konusu olmuştu. Çünkü ulusal
çıkarlarımızın o yönde olduğuna ikna olmuş, bu konuya dört elle sarılmıştık. Taa
Osmanlı yıllarını atlayarak geçelim, Atatürk’den bu yana Batı’ya bakmayı tercih
eden bir ülkenin AB yolculuğu, zaten bu kadar uzamamalıydı. Biz de en geç
Portekiz’den sonra yerimizi almış olmalıydık. Ama geç de olsa bu projenin en
ivmeli, revaçlı döneminine ulaşabildik. Kendimiz, çocuklarımız ve ulusal
çıkarlarımız için AB’den yana yolumuza devam ediyorduk. İşte fişleme yazısının
en çelişkili kısmı da burasıydı. Hem "AB yanlıları" hem de "ulusal çıkarların
aleyhinde çalışanlar" aynı başlık altındaydı. AB yoluna gönül vermiş birisi
olarak, böyle imkansız bir ittifakı, akrabalığı reddediyorum.
Tolga Çandar’ın seneler önce seslendirdiği Ege türkülerinden birisinde, bir
kaymakamdan bahsediliyordu. "Çakır da gözlü gül yüzlümü, Çerkez kaymakam aldı"
diyordu Çandar. Çerkez kaymakamlar hâlâ var. Postadan en son çıkan kağıtlara
bakıp, işe kendilerinden mi başlayacaklar?
Yorumlar kapatıldı.