İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

gazetem.net: Hrant, affet kardeşim…

Alev Er

Yedi yıl önceydi.

“Susurluk” patlayalı birkaç ay olmuştu. Gecenin karanlığında ve aynı otomobilde, hiçbir tevile yer bırakmayacak biçimde mafyayla kucak kucağa yakalanan devlet, bir kenara pısmış, medyadaki öfkeyle karışık şaşkınlık fırtınasının dinmesini bekliyordu.

Ama bu o kadar kolay değildi; çünkü, sonradan anlaşılacağı üzere, devlet çeteleşirken kendi içinde de bölünmüş, her çete uzun süre kendi başına, hatta bir çete ötekine karşı “kafa koparmıştı.”

Ve çetelerin tümü “Susurluk”u bir iç hesaplaşma, birinin ötekileri tasfiye girişimi gibi algılamış, sonunda hepsi birden paniklemişti.

Her biri ötekiler hakkında neler bildiğini ucundan hissettirmek, “Bana dokunursan sen de yanarsın” şantajı yapmak için haber, belge, tanık bombardımanına koyulmuştu…

Ama sonunda ya bir biçimde uzlaştılar ya da dalgaların kendilerine kadar ulaşmayacağına kani olup bir yıla kalmadan savaşı kestiler, fırtına duruldu.

Susurluk haberleri önce büyük tirajlı basın ve televizyonlardan, ardından da Cumhuriyet, Radikal gibi görece küçük gazetelerden çekildi.

O sırada Aktüel dergisinin başındaydım ve ortada cascavlak, bir tek biz kaldık devam eden.

Herkesin ya da büyük ölçüde herkesin boşalttığı alanı sanki tek başımıza doldurmaya çalışıyorduk.

Bir o çeteye bir bu çeteye çakıyor, her gün bir başka irinli kabuğu kaldırıyorduk…

Abdülkadir Aygan adlı PKK itirafçısının bugünlerde Özgür Gündem gazetesine anlattıklarından çok daha ürkütücü olan, Susurluk Raporu’nda bile “Devlet sırrıdır” diye sayfa eksilten İbrahim Babat itirafları altı yıl önce orada böyle yayımlandı.

Öyle şeyler yazıldı, öyle sırlar açığa çıktı ki, bu bile yeni ve küçük bir fırtına yarattı. Bunların herşeye rağmen yazılabildiğini, birilerinin bunları yazmaktan korkmadığını görenlere cesaret geldi ve görseniz neler yağdı Aktüel’e.

Necdet Açan’la Serhan Yedig’in Aktüel’in o dönemde yaptığı haberleri derlediği “Derin Devletin Peşinde” kitabında belki gördünüz de.

Orada yazılanların bugün bile iç ürpertisi yaratmadan okunabileceğini sanmam…

Bir de o günlerde bizi düşünün.

Ödümüz patlıyordu gerçekten. Çünkü devlet içerdeki kavgayı 28 Şubat’la bastırmış, duruma hakim olmuştu.

Biz ise yapayalnızdık. Şehvetli bir merakla, korkunun tenimizde gezdirdiği buzlu ürpertilerle karanlık dehlizlere bir adım, biraz bekleyip bir adım daha, sokulup duruyorduk. Bakalım, ne olacaktı…

İşte o Aktüel’le hep gurur duyacağım ama bu yazıyı kendimle, kendimizle böbürlenmek için değil, utancımdan yazıyorum.

Çünkü birileri, Türkçe – Ermenice yayımlanan haftalık Agos gazetesine iki hafta önce, “Sabiha Gökçen Ermeni miydi” tartışmasının kaynağı olduğu gerekçesiyle saldırmış, binanın önünde gazete yönetmenini hedef alan sloganlar atılmış ve ben bunu daha önceki gün, Radikal gazetesinin Pazar ilavesinde Rıdvan Akar’ın yazısından öğrendim.

Ve çok utandım.

Altı yıl önceki yalnızlığın bana, bize hissettirdiği korkuyu hatırladığım için değil.

O günleri öyle yaşamışken, “Hrant Dink artık hedefimizsin” çığlıklarının kulaklarıma ulaşmasını sağlayamadığım, bunu duyup Hrant’ın yanına koşamadığım için.

Ben ki Hrant’la aynı gazetede yazı yazdım, ben ki Hrant’la o gazeteden birlikte şutlandım, ben ki bugün başka bir gazetenin her gün elinden yüzlerce haber geçen yöneticisiyim; Hrant’ın yalnızlığının, o yalnızlığın tetiklediği korkunun haberini görmedim…

Ne kendi gazetemde, ne de her gün onlarcasını okuduğum ötekilerde.

Ya kimse yazmadı ya da ben görmedim, hissetmedim.

Ve bunu kendime yakıştıramıyorum.

Bu yüzden, Hrant’a neden sonra telefon edip “Geçmiş olsun kardeşim, geç haberim oldu” demedim.

Buraya yazayım, herkes görsün, utancımı büyüteyim istedim…

Yorumlar kapatıldı.