İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal: Patrikhane sorununu anlamak

ELÇİN MACAR

Patrikhane’nin Sen Sinod’una (Yunanca ‘Ayios Sinodos’ yani Kutsal Meclis’in Fransızca halidir, ancak Türkçeye böyle yerleşmiştir) altı yeni Türkiye vatandaşı olmayan ruhaninin göreve başlayacak olması ile yeni bir tartışma nedeni ortaya çıkıyor.

Fikirler havada uçuşuyor; Lozan’a, yasalara, teamüllere aykırılıktan söz ediliyor. Karmaşanın altında, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuken Patrikhane’yi tanımlamamış, tüzel kişilik vermemiş olması yatar. Bu bir siyasî tercihtir ve Cumhuriyet’in idarecilerince kurtulunması gereken, yok olması umulan bir yer olarak görülen Patrikhane’nin, bu yolla hukukî bir güvenceden mahrum kalması planlanmıştır. Örneğin, ‘tüzel kişi olmama’ gerekçesine dayanılarak, Patrikhane’nin Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılması kararının iptali yolunda Danıştay’a dava açması engellenmiştir.

Lozan Antlaşması’nda Patrikhane ile ilgili hüküm yoktur. O zaman nereye bakmak gerekir? Bunun yanıtı, 1092 protokol no. 6 Aralık 1923 tarihli İstanbul Valiliği tezkeresidir: “İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi Sen Sinodu’na, Türkiye dahilinde gerçekleştirilecek dinî ve ruhanî seçimlerde, katılacak adayların Türkiye vatandaşı ve seçim sırasında Türkiye dahilinde görevli olmaları gerekmektedir. Bu şartlar seçilecek kişi için de geçerlidir.”

81 yıldır bu tezkere, patrik seçimleri ve Sinod üyeliklerinde gözetilir. Bu metinden çıkarılabilecek pek çok soru mevcuttur. Örneğin, bir valilik tezkeresinin hukukî anlamı, gücü ve yaptırımı nedir? Sinod üyelerinin göreve gelişi seçim mi, atama mıdır? Basına yansıyan bir ‘Dışişleri Bakanlığı bilgi notu’na göre (Yeni Şafak, 9 Mart 2004), Sinod üyeleri hatta seçilen Patrik için bile hükümet onayı gerektiği belirtilmektedir. Oysa bugüne kadarki uygulama böyle değildir. Sinod üyelerine yönelik resmî bir onay süreci olmadığı gibi, bu patrik seçilen kişi için dahi geçerli değildir. Çünkü patrik seçimine hükümet müdahalesi ancak, vilayete gönderilen aday listesi üzerinde, istenmeyen adayın listeden gerekçe gösterilmeden çıkarılması şeklinde işlemektedir. Bundan sonraki listeden seçilen patrik için, hükümet yalnızca, ‘mabet dışında ruhanî kisve giyebileceğine dair’ bir kararname çıkarmaktadır.

Muhtemelen bu gelişme, iktidar partisinin seçim öncesi karşılaşmak istemeyeceği bir durumdu. Kendinden önceki hükümetlere göre, Patrikhane’ye daha yumuşak bir bakışa sahip olmasından dolayı, aleyhinde kullanılabileceği aşikâr. Ayrıca, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için iktidarın arayış içinde olduğu bir dönemde, ki Patriğin atamalara getirdiği temel açıklama bu okulun kapalı olması nedeniyle yaşanan ruhani sıkıntısıdır, Türkiye’nin ‘çekirdek bürokrasisi’ ile bu konularda sürtüştüğü bilinen iktidarın, bu oldubitti ile güç duruma düşmesi de muhtemel.

Bu tasarruftan mesaj çıkaracak kesimlerden birisi de Yunan Kilisesi’dir. İki kilise arasında en önemli sorun olan ve Patrikhane tarafından 1928’de Yunan Kilisesi’ne vekâleten bırakılmış bölgelerin statüsü konusunda, son birkaç yıldır ciddi bir çatışma vardır.

Fener’in, ‘Türklerin elinde oyuncak olduğu’ söylemini kullanan Yunan Kilisesi lideri Hıristodulos’a karşılık olarak, Yunanistan sınırları içinde olduğu halde doğrudan Patrikhane’ye bağlı olan Girit Başpiskoposu ve Rodos Metropoliti’ni Sen Sinod’a üye yapmak çok anlamlı bir yanıttır. Böylece sıranın bunlardan sonra, iki kilise arasında sorun olan ‘Nees Hores’ yani Yunan Kilisesi’ne vekâleten bırakılmış bölgelerin metropolitlerine gelebileceği mesajı da verilmiş olmaktadır.

Buna bağlı olarak, yeni bir tartışmanın daha gündeme gelmesi beklenebilir. O da, Türkiye’de üzerinde bol bol konuşulan ve bir yere varılamayan, Patrikhane’nin ekümenikliği meselesidir. Hem bu görevlendirme, hem de gelen ruhanilerin görev yerleri, Patrikhane’nin bizzat ekümenikliğinin (bunu, diğer bağımsız Ortodoks kiliselerin egemenlik alanlarının dışında kalan bölgelerde, Patrikhane’nin ruhani yetki sahibi olması olarak anlamak gerekir) bir göstergesidir.

Türkiye’de bu tartışma da sağlıksız bir şekilde sürdürülmektedir. Patrikhane’nin ekümenikliği ancak Hıristiyanların bir sorunu olabilir. Onlar kabul ediyorsa öyledir, etmiyorsa öyle değildir. Laik bir devlete bu konuda düşen, böyle bir dinî tartışmaya girmekten kaçınmak ve bir şey söylemek gerekiyorsa da, bununla ilgilenmediğini belirtmektir. Eğer bu unvana dayanılarak Türkiye’ye bir şey dayatılmaya kalkılırsa, bu o zaman siyasî bir konu haline gelir, elbette o zaman da zaten din üzerinden değil, siyaset üzerinden konuşulur.

Elçin Macar: Yıldız Teknik Üniversitesi İİBF Siyaset Bilim ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi

Yorumlar kapatıldı.