İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal: ABD başkanlarının kimliği

BAHADIR KALEAĞASI

Küreselleşmenin göstergelerinden biri de ABD başkanlık seçimleri. Tüm dünya ve dolayısıyla Türkiye az çok etkileniyor. Beyaz Saray’da kimin ikamet edeceği, ülkeler, toplumlar, şirketler, uluslararası sorunlar, ekolojik dengeler, gelecek kuşaklar, uzaktan yakından herkesi ilgilendiriyor. Örneğin, Joe Morisson adında bir ABD vatandaşı, tüm yaşamını geçirmekte olduğu Utah’taki bir küçük yerleşim alanındaki evinden çıkıyor. Kamyoneti ile her gün geçtiği uzun ve etrafı boş yolda ilerliyor, süpermarketi geçtikten bir süre sonra ilkokulun bahçesine park edip oy kullanıyor. Aynı gün oylarını veren Güney Carolina’nın Aiken kentindeki müzik öğretmeni Cathrine Brooks, San Francisco’daki işadamı Bill Ekhoff, Boston’daki avukat Ken Li Cha veya Santa Fe’deki çiftçi Lisa Garcia gibi birçok ABD vatandaşı kendi günlük dünyaları ile sınırlı bir yaklaşımla başkan tercihlerini yapıyorlar. Aynı anda neredeyse tüm dünya seçim sonucunu bekliyor merakla.

Kimin kazandığı çok önemli mi?

Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında gerçekten büyük farklar var mı? Kuşkusuz, ülkeyi yöneten kim olursa olsun belli bir çizgiyi sürdürmek durumunda. Yine de ABD tarihi incelendiğinde, Beyaz Saray mukiminin kim olduğu ve hangi politikaları uyguladığının, ülkenin kaderinde ve küresel gelişmelerde çok önemli bir etken olduğu görülür.

Mitterrand örneği

Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerini 1981’de Mitterrand kazandığında, ilk defa bir sosyalistin Elysee’ye gelişi Avrupa ülkelerinde sokak gösterileriyle kutlanmıştı. Bu yıl sonunda Bush seçilmeyi başaramazsa, benzer kutlamalara birçok Ortadoğu ve Asya ülkesinde rastlanabilir. Avrupa’nın birçok başkentinde de aynı yönde duygular oluşabilir.

20 Kasım seçimlerinde Demokrat Parti’nin adayı olarak Bush’un karşısına çıkacağı kesinleşmiş varsayılan John Kerry’ye Avrupa medyasında gösterilen ilgi dikkat çekici. Temelinde Kerry’den kaynaklanan liderlik veya karizmaya dayalı bir manyetik çekim alanından ziyade, G.W. Bush’a tepki var. Amerikan kamuoyunun bir kısmını Kerry’nin arkasında birleştiren Bush karşıtlığı, simetrik olarak dış dünyaya da yansımış durumda.

‘Üçüncü Dünya’ ülkelerinde bu karşıtlık genelde 21. yüzyıl modeli antiemperyalist dürtülerce körükleniyor. ABD’nin, 11 Eylül’ün faturasını başta Müslümanlar olmak üzere, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık odağı her ülkeye ödettiği kanısı yaygın. Afganistan ve Irak’taki askeri başarılar ve genişleyen uluslararası koalisyon, öngörülen siyasi ve sosyal meyveleri vermedi. Irak’ta kitle imha silahlarının izine rastlanamayışı, durumu daha da zora soktu.

Batı’daki rahatsızlığın kaynağı

‘Üçüncü Dünya’ kaynaklı Batı düşmanlığındaki artış, Bush yönetiminin Avrupa’yı rahatsız eden yönlerinden. Sonuçta tüm Batı dünyasının işini zorlaştıran bir gerginlik söz konusu. Özellikle göçmen sorunlarıyla uğraşan Avrupa başkentleri son gelişmelerden rahatsız. Üstelik, Washington’ın tek taraflı yaklaşımı sonucunda, AB’nin zaten kırılgan olan siyasi bütünlüğü neredeyse darmadağın oldu. Londra, Paris ve Berlin aralarında özel zirveler düzenleyip durumu kurtarma çabası içindeler.

ABD’nin Avrupa’yı rahatsız eden politikaları bununla sınırlı değil. Dünya Ticaret Örgütü nezdindeki görüşme turları, BM’nin uluslararası sorunların çözümündeki öncü rolü, sanayi ve araçlardan karbondioksit yayımına yönelik Kyoto Protokolü gibi gezegenimizin ekolojik dengelerini korumaya yönelik önlemler, uluslararası ceza mahkemesi, enerji piyasaları, ABD dolarının kuru ve ihracata karşı koruma uygulamaları gibi farklı alanlarda, Avrupa Bush yönetiminden mustarip.

Aslında bu alanlar daha önceden de varolan transatlantik gündem maddeleri. ABD ile AB küresel düzende birbirlerinin en önemli ekonomik ve siyasal ortağı konumunda. Aynı zamanda aralarında birçok sorunlu dosya var. Avrupa’da Bush karşıtlığını tetikleyen ana etken, ABD’nin uluslararası sorunlar karşısında herkesçe kabul edilen liderlik rolü yerine, tek taraflı hâkimiyet yaklaşımını seçmesi. Kerry’nin kendini Bush’a göre farklı tanımladığı en önemli uluslararası politika özelliği de burada beliriyor. Demokrat aday, seçilirse, geniş bir müttefik ağının desteğiyle ABD’yi tekrar özgür dünyanın lideri konumuna getireceğini söylüyor.

Kerry’nin vaadi

Bush’un seçilmesi olasılığının yüksek göründüğü bir ortamda, Avrupa başkentleri ancak ‘bekle ve gör’ tutumu içinde olabilir. Fakat, gönüllerden geçenin ne olduğu da aşikâr. Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından Richard von Weizsaecker’in basına verdiği bir demeçte söylediği gibi, “Kerry Amerika’nın değerli müttefiklerine danışarak iş yapmak istiyor, onları sindirmeye çalışarak değil.” Kerry zaten bu konuda çok açık konuşuyor. Bush yönetimini “Amerikan kudretinin üstünlüğü saplantısıyla zehirlenmiş” ve “ortak güvenlik, uluslararası hukuk ve güç kullanımını en son seçenek olarak değerlendirme ilkelerine saygıyı terk etmiş” olmakla suçluyor. Siyasi söylemin ötesinde, iki başkan adayı arasındaki özgeçmiş farkı da, Kerry’yi Avrupa’ya yakın kılıyor. Dış politika deneyimi ile sivrilen bir ABD Başkanı babanın, seyahat sevmeyen ve Teksas’ta at çiftliği yaşamını yeğleyen oğlu olarak iktidara gelen Bush’a, Avrupa’da her zaman kuşkuyla bakıldı. Kerry ise, Avrupa’ya her açıdan yakın bir kişilik. Fransızca biliyor. Diplomat bir ailenin çocuğu, İsviçre’de okula gitmiş. Vietnam gazisi, savaş karşıtı hareketin genç öncülerinden. Dört dönem Massachusetts senatörü, Kongre’deki kariyerini Dışişleri Komisyonu üyesi olarak geçirmiş. Ailesinin köklerinde Doğu Avrupa’dan Yahudilik ve Fransızlık var. Fransa’da ekolojist hareketin eski liderlerinden ve Mitterrand dönemi bakanlarından Brice Lalonde ile birinci dereceden kuzen. İkinci eşi olan Teresa Heinz Kerry de Portekiz asıllı bir aileden geliyor, Mozambik doğumlu ve dört dil konuşuyor.

Türkiye-Avrupa-Amerika üçgeni

Kerry “Dünya’ya karşı yalnız yürüyen bir başkana ihtiyacımız yok” diyor. Bush ise, rakibi belli olunca uluslararası işbirliği ve Avrupa’ya daha önem vermeye başladı. Kim kazanırsa kazansın transatlantik ilişkiler için daha olumlu bir süreç başlayacak gözüküyor. Bundan Türkiye-AB ilişkileri de kazançlı çıkabilir. Clinton döneminin aksine, Bush yönetiminin Avrupa başkentlerine Türkiye hakkındaki telkinleri genelde verimsiz oldu. Özellikle Avrupa Konseyi’nin 2002 sonundaki Kopenhag zirvesi öncesinde, Washington’ın telefon diplomasisi ters tepti. Bunun üç nedeni var. İlki, Bush ile birlikte başlayan transatlantik ilişkilerdeki çalkantıların Türkiye dosyasına da dolaylı olarak olumsuz etkisi. İkincisi, içerik olarak Bush yönetiminin Türkiye taraftarı söyleminin zayıf kalması: Türkiye’nin jeostratejik önemini hararetle vurgularken, demokrasi ve insan hakları alanlarındaki ilerlemeler ve ekonomik rekabet gücü gibi Avrupa açısından öncelikli konuların göz ardı edilmesi. Üçüncüsü, Washington’ın bu yöndeki çabalarının Avrupa basınına fazla yansıması. Böylece AB hükümetlerinin ABD baskısıyla Türkiye’ye karşı politika belirliyor görüntüsüne düşme kaygılarına neden olması. ABD’nin Türkiye’yi AB üyeliği için desteklerken, ekonomik ilişkiler açısından verdiği önemli bir açık Brüksel’de dikkat çekiyor:

Gümrük Birliği uyarınca ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ticari rejimi, AB ile arasında geçerli olan rejimle uyumlu hale getirmesi doğru olurdu. Bu yönde AB’nin Dış Ticaret Komiseri Pascal Lamy’nin Türkiye lehine girişimleri sonuçsuz kaldı. Türkiye’ye AB ile aynı ticaret rejimi bir yana, Washington gündemdeki bazı ek kolaylıklar için bile çekingen.

TÜSİAD’ın Washington Temsilcisi Abdullah Akyüz’e göre, Başbakan Erdoğan’ın ocaktaki ABD seyahatinde bu sefer tekstilsiz de olsa kabul edilebileceği yönünde mesaj verdiğimiz ‘Nitelikli Sanayi Bölgeleri’ne dair kararın, Türkiye’den çok önemli bir siyasi veya askeri beklenti olmadıkça Kongre’ye getirilmesi, getirilse bile çıkarılması mümkün değil.

Kerry ve Ermeni sorunu

AB’nin Türkiye kararı aralık başında alındığında Bush kazansa da kaybetse de, Beyaz Saray’da olacak. Öyle görülüyor ki Kerry’nin daha Avrupa yanlısı görünmesinin, Türkiye-Avrupa-Amerika üçgenine izdüşümleri olumlu olacak. Öte yandan Kerry’nin doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren alanlardaki şimdiye kadar takındığı tutumu incelediğimizde, özellikle ABD’deki Ermeni lobisinin bazı belgelerine ulaştığımızda, ortaya muğlak bir tablo çıkıyor:

Kerry, Ermeni asıllı seçmenlerin yoğun olduğu bir eyaletin senatörü olarak, bazı siyasi talepleri her zaman desteklemiş. Bunlar arasında ‘Ermeni soykırımı’nın tanınması, karşı çıkanların kınanması ve Türkiye’nin Ermenistan’a ekonomik ambargoya son vermesi girişimleri var. Bu sonuncusu hakkında, Erdoğan’ın son gezisi öncesinde Bush’a iletilen mektubu imzalayan beş senatörden biri Kerry. Demokrat aday ayrıca, ABD başkanlarının geleneksel 24 Nisan konuşmaları bağlamında, 2003’te Bush’a ‘soykırım’ sözcüğünü kullanması talebiyle iletilen mektubun 167 imzacısı arasında. Ermeni lobisi tarafından seçmenlere gönderilen bir mektupta Kerry’nin şu sözleri yer alıyor: “İnsanın insanlık dışı yönünün olağanüstü delili olan Ermeni soykırımını inkâr etmek (…) gelecekte başka halkların da benzer bir trajediye maruz kalmasına neden olur”.

Karabağ ve Hazar petrolleri

Diğer yandan Ermeni lobisi Kerry’ye tam güvenmiyor. Örneğin, bir soykırım tasarısının Kongre’de gündeme gelmesi halinde, oyunun olumlu olacağını taahhüt eden senatörler listesinde Kerry’nin adı yok. Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanması girişimlerinin dışında kalması da eleştiriliyor. ABD-AB ilişkisindeki diğer bir alan olan, ve Ermeni sorunuyla bazen kesişen Hazar petrolleri konusunda ise Kerry’nin tutumu Türkiye açısından sorun yaratmayacak gibi. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesini Clinton yönetimi destekledi. Bush’un yardımcısı Cheney ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Rice’ın iktidara gelmeden önceki ticari etkinlikleri ve sonraki destekleri de aynı yöndeydi. Kerry’nin en yakın dış politika danışmanı ise Morningstar. Clinton’ın Hazar politikası danışmanı olarak projenin mimarlarından. ABD’nin AB nezdindeki büyükelçisi olarak Brüksel’de de bulunan Morningstar’ın Kerry’nin ekibinde yer alması, Türkiye açısından da olumlu.

ABD’de seçimleri kimin kazanacağını öngörmek için erken. Hele 2000 seçimlerinin nasıl haftalarca süren karışıklık sonucunda Bush’a Beyaz Saray’ın yolunu açtığı hatırlanırsa, öngörülerde temkinli olmak gerekir. Türkiye ise 1992 seçimleri öncesinde uzun süre o zamanki başkan, baba Bush kesin kazanacakmış gibi, Clinton’ı göz ardı eden bir politika izlemiş olmanın verdiği dersi almış olmalı.

Önümüzdeki 20 Kasım günü, şimdiye kadar ki en küresel ABD seçimleri yaşanacak. ABD’li seçmenler bu durumun farkında olsalar daha mı iyi olurdu? Tartışmaya açık bir soru bu.

Dr. Bahadır Kaleağası/Brüksel

Yorumlar kapatıldı.