İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Azınlık Haklarından Vazgeçmek

Son yıllarda özellikle liberal çevrelerde çok gündeme getirmen bir konu var: Ne gerek var azınlık haklarına, demokratik bir ülkede vatandaşlık hakları yeterlidir.Gecen gün bana gelen ve bir cemaat gazetesinde de (2002) çıktığı belirtilen bir yazıda, şöyle bir cümle vardı: “Siyasi vatandaşlık esasına dayalı, azınlık kimliği ile herhangi bir ayrıcalık değil, T.Cumhuriyeti vatandaşlarının haklarını talep etmek.” Buradan da ayni sonuç çıkıyor.. Söz yerindeyse yeni trend bu. Bu nedenle bu konuda yazmak istedim. Aslında bir kişinin çıkıp “ben azınlık haklarından yararlanmak istemiyorum”, demesine elbette bir diyeceğimiz olamaz. Ne denir, bu da bir seçim. Ancak, tüm azınlıklar bu haklardan vazgeçsin, denirse problem var demektir.

Bir ara, teritoryal vatandaşlık anlamında, anayasal vatandaşlık kavramı gündemdeydi. Yanılmıyorsam siyasi vatandaşlık, anayasal vatandaşlık ya da teritoryal vatandaşlık aynı anlama geliyor. Bu kavrama, Türk Solu sitesinde (nasıl solsa), Güneş Ayas’in cevabi ilginç ve egemen güçlerin görüsünü yansıtıyor: “…Yani 70 senedir Türkiye’yi ayakta tutan ‘Türkiye Türklerindir’ ilkesi reddedilerek yerine ‘Türkiye Kürt, Ermeni, Rum, Gürcü, Çerkez, Laz… ve Türklerindir’ ilkesi getirilmeye çalışılıyor. Gerekçe ise Tayyip’in sözleriyle ‘Türk milliyetçiliğinin ayrımcılık’ yarattığı veya ‘Türkiye Türklerindir’ ‘ırkçı’ anlayışının kapsayıcı olmaması.”

Anlayacağınız ‘ne mozaiği ulan’ diyen zihniyet aynen yaşıyor, kendimizi aldatmayalım.

Anayasal vatandaşlığa elbette sözümüz yok. Şu kadarını söylemek mümkün, milliyetçiliği kültür temeline dayanan ulus-devletlerde, teritoryal vatandaşlığa, yani milleti aynı toprak üzerinde yaşayanlar olarak tanımlayıp, dil,din vb kültürel öğeleri dikkate almayan milliyetçilik tipinin tanımladığı vatandaşlığa geçiş, son derece zordur. Çünkü önce milliyetçiliğin dayanağını değiştirmek, teritoryal (ya da politik) milliyetçiliğe geçmek gerekir. Paradigmalar, ise akşamdan sabaha yasa çıkararak değiştirilemez. Kaldı ki, politik ya da teritoryal milliyetçiliğin üreticisi olan Fransa bile, dil konusunda azınlıklara pek çok zorluk çıkarmıştır ve çıkarmaktadır.

Burada beni rahatsız eden noktalardan biri de, azınlıkların, azınlık haklarından vazgeçerek, eşit vatandaş olacakları varsayımıdır. Bu, içinde çok ciddi çelişkiler bulunan bir istek. Ben kendimi cemaat içinde ifade etmem, ben çoğunluğun parçası olmayı yeğlerim ve çoğunluğun demokratik hakları için mücadele eder, bu yolla azınlık haklarının da alınmış olacağını düşünürüm, diyene bir diyeceğimiz olamaz. Ama hem ben, işime geldiği kadar cemaat içinde olayım, hatta cemaatten besleneyim, ama isime geldiği zaman da ben cemaatçi değilim diyeyim ve azınlık haklarından vazgeçelim diyeyim, işte bu olmaz. Korkarım yıllardan beri kerameti kendinden menkul kişilerce, sürekli dile getirilen ve nedense bir türlü tarif edilip, açıklanmayan, ‘sivil yönetimciler’ de bu işin içinde. Sivil yönetim, bir özerk yönetim isteği midir ? Yoksa Patrik’in sivil olması isteği midir ? Her şeyi ben bilirim, elbette yönetim de benim hakkimdir diyen jakopen bakış mi ? daha tam anlamamışken, şimdi bir de başımıza cemaat adına azınlık haklarından vazgeçme çıkmaz inşallah.

Bu konuda özellikle gençlerimizin yanlış düşüncelere kapılmasını önlemek için, bazı noktaları açıklamak istiyorum.
Azınlık haklarından vazgeçip, siyasal vatandaşlıkla bütün problemleri çözme düşüncesi, öncelikle azınlık haklarını bir ayrıcalık kabul eden bir temel yanlışa dayanıyor. Gerçekte azınlık hakları ayrıcalık gibi görülen haklar, azınlığın çoğunluğa eşitlenmesi amacıyla verilen pozitif haklardır. Bu nedenle de ayrıcalık değildir. Örneğin okullarımızda kendi dilimizde eğitim yapmak, kendi dilimizle yayın organlarına sahip olmak, vb ancak bu hakların varlığıyla mümkündür ve bu haklar verilmezse azınlık çoğunluğa eşit olamaz. Yani azınlık hakları verilen bir ayrıcalık değil, azınlığın çoğunlukla ayni haklara sahip olması için bulunan çözümdür.

İkinci olarak yukarıda da belirtildiği gibi, Fransa gibi politik milliyetçiliğin kurucusu olan bir ülke bile, kendi azınlıklarına bir antlaşmaya tanıdığı haklar olmadığından, dil konusunda sorunlar çıkarmaya devam etmektedir. Hele kültür milliyetçiliğinin en uç örnekler olan Balkan ve Kafkaslarda politik milliyetçilikten söz etmek için, en az bir iki neslin geçmesi gerekecektir.

Aslında azınlık hakları ile ilgili görüşlerin son bir kaç yüzyıllık macerasına bir göz atarsak, konu daha açık hale gelecektir. Azınlık haklarını gereksiz gören görüş yeni bir görüş değil, soğuk savaş döneminin görüsüdür.

Ortaçağ boyunca “kralın dini benim dinim ya da egemenin dini egemendir”, “kralın dili benim dilim ya da Egemenin dili egemendir” [1] temel kuralına göre bolunmuş Avrupa ülkeleri, XV ve XVI. yüzyılda bu homojenliği kaybetti. Ortaya çıkan dini azınlık sorunu, ilk olarak 1648 Vestefalya Konferansi ya da Barışı ile Avrupa’da siyaset gündemine girdi. 1815 Viyana Kongresi ve Antlaşmasıyla ilk kez azınlıklar dini gruplar olarak değil, ulusal topluluklar olarak da tanındı. [2] Ulus devletlerle birlikte siyasal kimliği belirleyen ilke değişerek “egemenin milleti egemendir” [3] haline geldi. Daha sonra, Berlin Konferansı (1878) gibi bazı uluslar arası antlaşmalarda azınlıklarla ilgili düzenlemeler görmek mümkün. Ancak bu konudaki en geniş düzenlemelere, özellikle I. Dünya savaşı sonrası Avrupa’da yapılan antlaşmalarda rastlanıyor. Neredeyse bu dönemde yapılan bütün antlaşmalarda azınlık haklarına yer verilmiştir. Lozan antlaşması da bu dönemin ürünlerinden biridir. Şu da tarihsel bir gerçek ki, Yunan Türk mübadelesi gibi çağın en büyük acılarından birine neden olan kararlara da bu dönemlerdeki antlaşmalarda yer almıştır.

II. Dünya Savası ve hemen onu izleyen soğuk savaş döneminde azınlıklar için ayrı düzenlemelere pek rastlanmıyor. Soğuk savaş azınlıkların ve azınlık haklarının geri planda kaldığı bir dönem. Biraz da self determinasyon istekleri korkusuyla, karşılıklı olarak azınlık hakları bir süre göz ardı ediliyor. Açıklama ise, insan hakları ile ilgili düzenlemelerin, azınlık haklarını da kapsadığı, bu nedenle de ayrı düzenlemelere gerek olmadığı yönünde. Bunun istisnası AGİT ve Avrupa Konseyi. Ancak doksanlı yıllarda, Sovyet’in parçalanmasıyla ortaya çıkan yeni devletler, çeşitli dilsel, dinsel ve milli azınlıkları yeniden gündeme getirdi. İnsan haklarıyla ilgili genel düzenlemelerin yetersizliği bu dönemde açıkça dile getirilmeye başlandı. Evrensel boyutta azınlık sorunlarının çözümü için, özel düzenlemelerin gerekliği ortaya çıktı. Bu nedenledir ki, hem Birleşmiş Milletler, hem AGİT, hem Avrupa Komisyonu ve ek olarak Avrupa Birliği müktesebatında bu konuda özel düzenlemeleri görüyoruz.

Azınlık hakları, azınlıkların vazgeçebileceği haklar değildir. İster Lozan Antlaşması gibi bir antlaşmanın içinde yer alsın, ister ulus-devlet tarafından kabul edilen uluslar arası sözleşmelerle düzenlenmiş olsun, her antlaşmanın ve sözleşmenin değişme koşulları ve nasıl değişeceği bellidir. Hiçbir antlaşma ve sözleşme azınlıklara bu haklardan vazgeçme yetkisi vermez. Aksi takdirde zaten böyle bir hak olmazdı. Çünkü çoğunluk farklı metotlarla azınlıkları bu haklardan vazgeçirmenin yolunu bulurdu.

Sonuç olarak, azınlık hakları biz azınlıklara, çoğunlukla eşit kılmayı amaçlayan pozitif haklardır ve ayrıcalık olarak değerlendirilemez. Azınlıklar istese de bu haklardan vazgeçemezler, yani azınlığın talebi ile bu haklar ortadan kaldırılamaz. Azınlıklar, ulusal antlaşmalarla ya da uluslararası sözleşmelerle devletin kendilerine verdiği pozitif haklardan yararlanmalı ve bu haklardan yararlanabilmek için gerekiyorsa demokratik yollarla mücadele etmelidir.

Çoğunluğun da, Türkiye’nin kurucu antlaşması kabul ettiği Lozan Antlaşması özellikle Türkiye azınlıkları için de büyük önem taşımaktadır. Biz hala Lozan’da ve devletçe onaylanan uluslar arası belgelerde verilen haklardan tam olarak faydalanamazken, bu haklardan vazgeçelim, siyasal vatandaş olalım demek bana pek doğru gelmiyor. Örneğin Lozan’ın acık hükmüne rağmen Ermenice radyo yayını yapılamayacağı söyleniyor.

Umalım ki bir gün bu insani hakların kullanılması için antlaşmalara, sözleşmelere gerek kalmasın.

[1] .Jackson Preece- Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi- Donkişot yayınları 2001 sayfa 69 “cujus regio ejus relegio”, “cujus regio ejus lingua”

[2] A.g.e sayfa 75

[3] A.g.e.. “cujus regio ejus natio”.

Yorumlar kapatıldı.