İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarihi tarihçilere bırakmak

Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu iddiaları önce Agos, sonra da Hürriyet
gazetesinde yer alınca, basınımızın kalemşorları yine dillerini sivrilttiler,
hatta Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaparak bunun tartışılmasının bile
doğru olmadığını belirtti (neden acaba diye soranlar da çıktı: Hürriyet’ten
Oktay Ekşi, Yeni Şafak’tan Kürşat Bumin). Bu konu üzerindeki kamplaşmadan önce
de yine Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce yedi bölümlük bir tefrika kaleme almış,
Ermenilerin Güneydoğu’daki ve Kilikya’daki Müslüman halka uyguladığı zulmünden
söz etmişti. Keza yine bir-iki yıl önce, aynı yazar, bu konudaki fikirlerini
yine tefrika etmiş, soykırımın ‘sözde’ olduğunu kanıtlamıştı; kimi yazarlarımıza
göre de esas ‘soykırım’ Ermeniler tarafından Türklere yapılmıştı zaten.

Mezalim kavramı üzerinde dönen bu konuda yalnız sayılmaz Özdemir İnce,
kendisine destek olabilecek çok kitap yayımlandı Türkiye’de. Örneğin, gözünden
kaçmış olabilir belki diye hatırlatalım, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in
kitabı da bunlardan biri.

Veinstein vakası

Bundan tam altı yıl önce, 1998’de Osmanlı tarihçisi Gilles Veinstein,
Fransa’nın ünlü bilim kurumu Colläge de France’a seçildi. Bunun ardından
yaşananlar, her şeyi şüphecilikle, dolap, dümen ve Türk düşmanlığı kuramlarıyla
açıklayanları maalesef kısmen haklı çıkarmış, ama şükür ki, büyük ölçüde de
yalanlamıştı; her halükârda, önemli şeylere işaret etmişti. Özetleyelim: Bu
seçim üzerine, Ermeni dernekleri ve bazı Fransız aydınlar, Veinstein’ı
inkârcılıkla (negationisme) suçladılar ve bu seçimin iptal edilmesi için
hükümete başvurdular; çünkü Veinstein’ın bu kürsüye atanması için hükümetin ve
Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın onayı gerekliydi.

Dolayısıyla, Veinstein’ın atanmasını istemeyenler, onun Ermeni soykırımını
inkâr ettiğini, dolayısıyla böylesine bir kişinin Colläge de France’ın şerefine
ters düştüğünü söylüyor ve hükümetin bunu engellemesini istiyorlardı. Bir
parantez açalım ve inkârcılığın Fransa’da Gayssot kanunu’ndan beri suç olduğunu
söyleyelim. Bir parantez daha: İnkârcılık, özellikle de Yahudi soykırımı
konusunda "Hayır, böyle bir şey hiç olmadı" demek anlamına geliyor. İnkârcıların
argümanlarından bir tanesi de (yüzlercesinden biri), Yahudilerin yok edilmesi
hakkında Hitler’in elinden çıkma yazılı bir belge olmadığı: Emin Çölaşan’ın 24
Şubat 2002’de yazdığı gibi: "Osmanlı arşivleri açık. Soykırıma ilişkin ne bir
emir var, ne de bir belge." Ya da Popüler Kültür Tarihi dergisinin Temmuz 2003
sayısında Gündüz Aktan’ın dediği gibi: "Arşivlerimizin tümünü neden açmadığımızı
ısrarla sordular. Cevap basitti: Türk devlet arşivleri tümüyle açıktı."

Lewis davası

Tabii bütün bunlara inanılabilinirdi, eğer ‘soykırım değildi’ diyen bir başka
büyük tarihçi, Halil İnalcık Osmanlı arşivlerinin hiç de öyle dendiği gibi açık
olmadığı konusunda zehir zemberek bir yazı kaleme almasa… (Radikal, 11 Şubat
2001) Hatırlanacaktır, Veinstein’ın seçilmesinden birkaç yıl önce, ünlü Osmanlı
tarihçisi, Princeton Üniversitesi’nden Bernard Lewis, Le Monde gazetesinin
kendisiyle yaptığı bir söyleşide, 1915 yılında yaşanan katliamların ‘soykırım’
olarak adlandırılamayacağını söylediğinde, Ermeni dernekleri Lewis aleyhine
tazminat davası açmış ve Lewis bu sözlerinden dolayı mahkûm edilmişti.

Yargı ve tarihçilik

Mahkeme 1915’te soykırım olup olmadığını dava konusu etmiyordu, dava konusu,
Lewis’in bu sözlerinin bir etnik grubun hatırasını yaralayıp yaralamadığıydı.
Mahkeme, şikâyet üzerine, yaraladığına karar vermişti. Ama mahkemenin bu kararı,
tarihçilik mesleğinin alanına da karıştığından, mesele bulanıklaşıyordu. Tam da
bu dönemde (1995), halen Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de ders
veren Veinstein, L’Histoire adlı dergide, Lewis davası nedeniyle, bu konudaki
fikirlerini açıklıyordu. Bu makalede Veinstein, bu olayların o acımasız 1. Dünya
Savaşı sırasında geçtiğini, bazı Ermenilerin düşman saflara geçtiğini ve
Osmanlı’nın bir tehcir kararı alıp uyguladığını, dolayısıyla 1915 ve sonrasında
Anadolu’nun Ermeni nüfusunun yarısının öldüğünü, öldürüldüğünü söylüyordu.
Katliam kararını Osmanlı hükümetinin mi, yoksa İttihat ve Terakki içindeki bazı
hiziplerin mi (Teşkilat-ı Mahsusa) aldığının belirsiz olduğunu ve eğer ‘soykırım’
bir hükümetin sistematik olarak bir halkın bütününü yok etmek için giriştiği
katliam olarak tanımlanıyorsa, eldeki belgelerin bunu doğrulamaya yetmediğini
söylüyordu.

Yani, Anadolu’nun Ermeni nüfusunun yarısının 1915 yılındaki tehcir sırasında
sistematik kıyımlarla yok olduğunu, ama ‘soykırım’ baştan planlı-programlı bir
yok etme edimi olarak tanımlanıyor ise, buna dair belgelerin bulunmadığını,
bulunamadığını söylüyordu.

Hukuk terimi olarak ‘soykırım’

Dolayısıyla, Colläge de France’a seçilmesinin ardından Ermeni derneklerinin,
yazarlarının ve Fransız aydınlarının saldırılarına maruz kaldı. Tam da bu sırada
tuhaf bir şey oldu: Baştan beri 1915 olaylarının soykırım olduğundan hiç şüphe
etmeyen ve aynı Ermeni yazarlar ve derneklere destek vermiş bazı tarihçi ve
aydınlar, bu kez Gilles Veinstein’a destek verdiler. Bunların içinde herhalde en
önemlisi (o zamanlar Asala terörüne de karşı çıkmış olan) kendi ailesi de Nazi
toplama kamplarında öldürülen Pierre Vidal-Naquet idi. 27 Ocak 1999 tarihli Le
Monde gazetesi 9. sayfasını bu olaya ayırmış ve bu sayfada ibre Veinstein’ı
inkârcılıkla suçlayanlardan yana yatmıştı. Oysa, aynı sayfada Veinstein’ın 17
Temmuz 1998’de Colläge de France’ın yöneticisi, Bizans uzmanı Gilbert Dagron’a
yazdığı bir mektuptan bölümler de vardı ve Veinstein şöyle diyordu: "Eğer
soykırım’ın tek ölçütü bir halkın çektiği acıların büyüklüğü ise, soykırımın
doğruluğu konusunda zerre kadar şüpheye yer yoktur".

Yani, aslında Veinstein inkâr falan etmiyordu, yalnızca bir hukuk terimi
olarak ‘soykırım’ın tanımı konusunda şüpheleri vardı; tarihçi olarak da
belgelerin yetersiz olduğunu söylüyordu. Vidal-Naquet de tam bu noktada
Veinstein’ı inkârcılıkla suçlayanların (yani olanların soykırım olduğu konusunda
kendisinin de desteklediği Ermeni yazarların) ona iftira attığını,
söylediklerinin tamamen alçakça olduğunu ve saygı duyduğu bazı meslektaşlarının
(Le Goff’u kastediyordu herhalde) bu suçlamalara nasıl katıldığını anlamadığını
yazıyordu. Ve Jospin’le Chirac’a seslenerek, atamanın yapılmamasının büyük bir
saçmalık olacağını söylüyordu (Le Monde, 3 Şubat 99). Marc Auge, Emmanuel Terray
gibi sosyal bilimciler de Veinstein’ın yanında yer alıyorlar; Jean-Pierre
Vernant ve Colläge de France’tan yirmi kişi, bilimsel açıdan Veinstein’a
güvenlerinin tam olduğunu açıklıyordu.

Milliyetçilik, dostluk, düşmanlık

Bütün bunlar bir takım şeylere işaret ediyordu: Kimi Ermeni yazar ve
dernekleri, Osmanlı ve Türk tarihini ilgilendiren bu kürsünün kuruluşuna
insiyaken karşı çıkmışlar, küllenmez bir milliyetçilik yüzünden Veinstein’a
saldırmışlardı (ya da bir başka varsayım: Aday olup da seçilemeyen bir başka
araştırmacı, bir anti-propagandaya girişmişti); ama bunun yanında, ‘soykırım’ın
tanınmasını isteyen herkesin, zorunlu olarak Türk düşmanı olmadığı, aklı başında
aydınlar da olabileceği, her türden haksızlığa, Veinstein’a yapılmış olan da
dahil, karşı çıktıkları ortaya çıkmıştı. Devamını biliyoruz, Veinstein kürsüye
atandı ve Fransa’da soykırımı tanıyan bir yasa yürürlüğe girdi.

‘Soykırım’ demeyenlerin, 1945’i hatırlatıyor diye diyemeyenlerin, 1951’de
yürürlüğe giren sözleşmeye uymuyor diyenlerin bile dediği bir şey var: 1915
yılında Anadolu Ermeni nüfüsunun yarısı (belki de daha fazlası) yok oldu. Bunu
söyleyenler arasında örneğin Yahya Kemal de var; Yahya Kemal’e göre, ölen Ermeni
sayısı 800.000 (sekiz yüz bin). Özdemir İnce’nin tefrikasına kaynaklık eden
Justin McCarthy’nin kitabında ise (McCarthy de kıyım demeyenlerden) bu rakam
600.000 (altı yüz bin) olarak veriliyor (Armenians in the Ottoman Empire and
Modern Turkey 1912-1926, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1984). Bunun
karşısında duran ise yalnızca resmi Türk tezi. Basınımıza ve resmi
politikalarımıza göre her şey ya ‘sözde’, ya da karşılıklı: Biz de kestik onlar
da kesti. Bir gazetemize göre, ‘Ermeniler ölenlerin sayısını 1,5 milyon olarak
veriyormuş, oysa olsa olsa üç yüz bin’ imiş. Sanki kıyımın ‘soy’ olup olmadığına
sayılarla karar verilebilirmiş gibi…

Sorular…

Artık akl-ı selime geçmenin, bazı soruları sorabilmenin ve tarihçilerimizden
bunlara cevap istemenin vakti geldi:

Tehcir kanunu nedir, içeriğinde neler vardır? Bu kanunu çıkaranlar kimler?
Kimilerinin dediği gibi bu mesele Türkiye Cumhuriyeti’nin meselesi değilse,
tehcir kanunu çıkaran kurum Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Misak-ı Milli’yi de kabul
eden kurum değil mi? Tehcir sırasında ne olmuştur, tehcir hangi koşullarda
gerçekleştirilmiştir? Tehcir kanununda yazılan iller dışındaki illerden de
tehcir olmuş mudur, mesela Eskişehir’den? Eskişehir’den eğer tehcir olduysa,
Eskişehir hangi savaş tehlikesi altındadır 1915’te ve Ruslar oradaki Ermenileri
kışkırtmak için ne gibi faaliyetler gerçekleştirmişlerdir? 1919’da İttihat ve
Terakki’nin bazı yöneticileri için tehcir sırasında işlenen suçlara ilişkin
davalar açılmış mıdır? Açılmışsa nasıl sonuçlanmıştır? Sonuçlanmamışsa niye?
Soruşturma açılmış ama dava açılmamış İttihattçılar nereye gitmişlerdir?
1915’ten önce Anadolu’daki Ermeni nüfus nedir (Osmanlı Devleti vatandaşı olan
Ermeniler)? Bu nüfusun dağılımı nedir, kaçı çocuk, kaçı kadındır, hangi illerde
yaşamaktadırlar, hangi mezheptendirler? Tehcire tabi tutulan nüfusun malvarlığı
nedir? Bu nüfusun sahibi olduğu taşınmazlara ne olmuştur? Tehcir kararında
tehcir edilen kişilerin maddi zararlarının tazmin edileceği yazıyor mudur?
Tehcir, yani ‘göçe zorlamaya’ Bosna ve Kosova’dan sonra ne ad veriyoruz? Bir
devlet sınırları içinde yaşayan bir etnik grubu istediği yere nakledebilir mi?
Bu döneme ilişkin Osmanlı arşivleri her milletten araştırmacının kullanımına
açık mıdır (açıksa niye, mesela, Halil İnalcık, "Tarihimizden korkmuyorsak;
arşivleri açalım" der? Sabah, 5 Şubat 2001)? Bu dönemde Anadolu’da bulunan Alman
ve Amerikalı diplomatların tanıklıkları sahte midir? 9 Aralık 1948’de kabul
edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve
Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. maddesi ne der? "Soykırım, bir milli,
etnik, ırki veya dini grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek
kastıyla, kimi fiilerin işlenmesidir", der mi? Kısmen veya tümüyle… Bu fiiller
arasında grubun mensuplarını katletmek, onlara ciddi bedensel veya psikolojik
zarar vermek, grubun bedeni varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol
açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak, grup içindeki doğumları önlemek
kastıyla önlemler yaratmak, grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek?
Ki bu sonuncu fiil, iddialar doğruysa, Sabiha Gökçen’in şıkkında da geçerli
olabilir mi?

‘Magistra vitae’

Herkesin bu soruları çoğaltarak sorması (cevaplayabilecek olanların da, -beni
değil, soruları cevaplaması) lazım: Tarihçilerin, yazarların, gazetecilerin,
siyasetçilerin, hepimizin… Evet, tarihi tarihçilere bırakalım ama muallak
ifadelerle konuşmayanlara, kesin araştırmalarla yanıt verenlere, verebilenlere;
evet, tarihi tarihçilere bırakalım, ama önyargısızca araştırma yapacak
olanlarına. Bir de bir başka söylem var Türkiye’de: Ermenilere yönelik olarak "Geçmişte
takılıp kalmayın" deniyor, "Artık unutun, geleceğe birlikte bakalım, barışalım".
Bu söylemin sahiplerinden biri de, hatırlıyorum, Ertuğrul Özkök. Geleceğe,
kireçleşmiş bir geçmiş saplantısıyla girilmediği doğru, ama geçmişte ne olduğunu
bilmek, tarihin o klasik ‘magistra vitae’, ‘ders almak’ düsturundan yararlanmak
da önemli değil mi? Evet, unutmaya çalışalım hep beraber, ama neler olmuş
olduğunun bilincine varmış olarak… Türkiye vatandaşları bunu becerebilirse,
belki Ermeni çetelerinin sivil Müslüman halka zulüm yaptığını kabul eden Ermeni
tarihçiler de çıkar.

"Ancak geçmişteki kıyımların kefaretini ödemiş bir insanlık bugününe sahip
çıkabilir" diyordu Walter Benjamin, Yahudi’ydi ve II. Dünya Savaşı sırasında,
sadece Yahudi bir anneden doğmuş olmak ‘suçundan’ dolayı-intihar etti. Peki ya
biz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, biz neyiz, bizim hakikatimiz ne?

Levent Yılmaz: Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (EHESS)
tarihçi, Paris

Yorumlar kapatıldı.