İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

AHMET KAHRAMAN:Irkçılığın Dayanılmaz Gülünçlüğü – Ozgur Politika

Koskocaman bir coğrafyaya, baştan başa ırkçılığın dayanılmaz gülünçlükleriyle
dokunmuş deli gömleği giydirdiler.

Her türlü görgüsüzlüğün kara bulamacında delirmiş, kalıbından, kimliğinden
çıkmış ırkçılığı, masal cadılarının demir yaba ve tırpanı yerine sallayıp terör
(korku ve dehşet) saldılar. Her dişi, çatalı ayrı ayrı bilenip sivriltilmiş
yabayı, çeliği ışıldayan tırpanı, başka isim ve görüntülerle, bir o yana, bir bu
yana sallayarak, "hadi ben soyu, ırkı ulu bir Türküm, de bakım" dediler. Kazın
zorla, şiddetin korku darbeleri altında tavuk, tavuğun ördek yapılması misali,
insanları kök ve kimliklerinden koparıp başka biri yapmak için korku
şırıngaladılar.

Irkçılık, İttihat ve Terakki Cemiyetinin, toplumun başına sardığı bela sarığıydı.
Bu sarığı sallayarak, bir imparatorluğu bitirdiler. İlk kez, 1910 yılında,
bunların eliyle Türkçe okullarda resmi dil yapılmak istendiğinde Arnavutluk
isyanı başladı. Onu Arap isyanları izledi. Sonuçta, imparatorluğun son parçaları
da gitti. Bugün, kanayan yara olan Kürt sorunu, geçmişte yaşanan Ermeni olayları
İttihatçı ırkçılığın günümüze sarkan izleridir.

Oysa İttihatçı "üç as"tan Bulgaristanlı Talat Paşa, Balkanlı Enver ne kadar
Türkse, Gürcü Cemal Paşa da o kadar Türktü. Tıpkı, onlardan sonra
cumhuriyetçilerin safına geçip "Türkçülüğün Esasları"nı yazan Kürt Ziya Gökalp
gibi…

Ne yazık ki, Cumhuriyetçiler, bugün artık "insanlık suçu" olan ırkçılığın
getirdiği belalardan yeterince ders çıkaramadılar. İttihatçı ruh ve onların
uydurduğu "Orta Asya’dan geldik" masalı sürdürüldü.

Orta Asyalı, kimi çekik gözlü, geneli esmer, kara kaş, kara saçlıydı. Sarışını,
kumralı, mavi, yeşil gözlü, soy ağacının dalları Asya kırlarını rüyasında bile
görmemiş okul çocukları topluca, "ben Orta Asya’dan gelmiş, kanı has, temiz
Türküm" diye bağırtılıyordu.

Çocuklar, ırkçılığın gülünesi halleri uğruna, hayatlarının daha ilk adımında
devlet eliyle yalan söylemeye zorlanıyordu. Korku belasından, kimlik ve
kökenlerini inkar ederek kendilerini aşağılıyorlardı. Dede ve ninelerinden,
köklerinin Mezopotamyalı, Akdenizli, Ege, Karadeniz, Arap çölleri, Balkanlı
olduğunu öğrenen çocuk, okulda bile bile, sahtekarlığa sürüklenmenin utancını
yaşayarak ruhu utançla parçalanıyor, yaralı bir kişilik oluyordu.

Bunların oğulları, torunları ırkçılığın bayrağını en çok o yana, bu yana
sallıyorlar. Onlardan kimileri Arap’tı. Arabistanların "orta Asya’sında" Osmanlı
yönetimi ile işbirliği, memurluk, koruculuk yapmış, sonra da tutanamayıp göç
etmek zorunda kalmışlardı. Kimileri adalardan, bazıları aynı nedenlerle kendi
yurtlarında tutunamayan göçmenlerdi. Ve yine ne yazık ki ırkçılık, en kolayı ve
kestirmeden geçim yoluydu. Irkçı naralar atan kiralık katiller, soygun, haraç
çeteleri bile bazı kesimlerde "dokunulmaz vatansever" oluyordu. Bu piyasada
annesi din değiştirerek başkalaşımını tamamlamış bir Ermeni ailenin oğlu, "en
birinci Türk milliyetçisi" payesi alıyordu, açık gözlüler pazarında…

Gülünçlükler sergileye sergileye ilerleyen ırkçılığa göre, yer yüzüne
medeniyetin ışıklarını getiren, buğdayı, hayvanı evcilleştirmeyi keşfeden,
yazıyı, matbaayı bulan Türklerdi. İnsan alemi Türk soyundan türemişti.
Kızılderililer bile Türktü.

Ve bu gülünesi haller arasında, "Türkçe dışında" dil yasaklanıyordu. Dillerini
konuşma suçu işleyen Kürtler, meydan dayakları, para ve hapis cezalarıyla
aşağılanarak, yeni doğmuş bebeklerinin yüreğine kin dolduruluyordu.

1960’larda hala "vatandaş Türkçe konuş" kampanyaları açılıyor, 1980’in darbeci
generalleri evlerde, sokaklarda başaramadıkalarını Diyarbakır cezaevinde zafere
dönüştürmeye çıkıyor, Kürtçe konuşmayı yasaklıyordu. İngiliz tiyatro yazarı
Henry Pinter de, bunu "Dağ Dili" adındaki tiyatro eseriyle gülünçlüğün evrensel
tarihine geçiriyordu.

General Kenan Evren, kalabalıkların önünde, "Türkün kanı elbette farklıdır"
diyor, diktatörlüğüne karşı çıkanları, "kanı bozuk vatan haini" ilan ediyordu.
General, "vatanın kendisi", olduğu için karşıtları "vatana karşı olmuş" oluyordu.

Günümüz dünyasında ise Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in "yok olup Ermeni
ailenin kızı" olduğu gündeme gelince, kimi çevrelerde Ermeni olmak, Hitler’in
Yahudi ve Çingenelere bakışında olduğu gibi "aşağılanma" kabul ediliyordu. Kazım
Karabekir’in "Ermeni çocukları yetimhanesinden" yetişme kimilerinin oğullarıyla
torunları da "Sarı Gelin" ve "Kırmızı gül demet demet" şarkılarıyla göbek atarak,
Ermenilerden kalma "Kayseri pastırması", sucuğunu, mantısını hapur hupur yiyerek,
Gökçen’in Ermeni olduğunu söylemenin "milli duyguları, devletin milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmaya matuf iftira olduğunu" söylüyorlardı. Kimileri de,
"milli onur" adına, "aslında onun Ermeni değil, Boşnak" olduğunu söylüyordu.
Irkçılığın dayanılmaz gülünçlüğü içinde Boşnak olmak, soydaşlık oluyordu.

Dünya Mars’a giderken, en babaları dahil kimin Türk, kimin ne olduğunun bile
bilinmez olduğu bir coğrafyada aç, perişan halleriyle, ırkçı tırpan sallamakla
meşguldü. Üstlerindeki deli gömleğiyle, korku cehennemleri yaratıyor, orada
insanları kendini inkara zorlayarak, insanlıklarından çıkarıyorlardı.

Ama merak etmeyin, ırkçılığın gülünesi halleri, son demlerini yaşıyor.
Değişmemekte direnenleri, "zorla dünyalı yapıyor"lar, artık…
 

Yorumlar kapatıldı.