Turgut Tarhanlı
Son günlerde, iki birbirine yakın konulu haber basında yer alıyor. Bunlardan biri, şimdi hayatta olmayan Cumhuriyet Türkiyesi’nin öncü meslek kadınlarından Sabiha Gökçen’in etnik kökeni; diğeriyse, gizli Azınlıklar Tali Komisyonu’nun ortadan kaldırılması ve farklı bir yapı içinde yeniden düzenlenmesi.
Sabiha Gökçen’in, bir Türk değil, Ermeni olduğu, ilk haberin konusuydu. Aklı başında herkes bu iddiaya bağlı olarak ne denilmek istendiğini düşünecektir ve bu iddiaların gerisinde, belki birtakım siyasi niyetler olsa bile, aslında ırkçılıktan başka bir şey olmadığını da fark edecektir. Zira bu etnik vurgunun, sonuç olarak iyi bir şey olmadığı ve yıllardır tüm Türkiye’nin aldatıldığı gibi, vahim bir çaba var. Bunun Atatürk ile irtibatının kurulmasıysa, aynı düz ‘mantık’ çerçevesinde, adeta ona da sirayet edecek bir ‘kötülüğün’ kurgusu niteliğinde.
Ancak, basına yansıdığı kadarıyla, bu gelişme karşısında durduğunu kamuya açıklayan kişilerin, gerek bu iddia karşısındaki karşı çıkış konumları, gerek Sabiha Gökçen ile ilgili ‘etnik gerçeğin’ ne olduğuna ilişkin görüşlerini açıklama tarzı da, ne yazık ki, hiç de ırkçılıktan uzak bir zeminde değil. Kısaca bu tartışma, bir ırkçılığın reddi ve protestosu niteliğini açıklıkla kazanabilmiş değil.
Bu durumda, zihinlerdeki, Sabiha Gökçen’in şu ya da bu etnik kökene sahip olmasının doğurduğu lehe veya aleyhe sonuçlara ilişkin kategorilerin varlığını sezmek bile, başlı başına dehşet verici.
Tabii, bütün bu tartışmanın seyri sırasında, sessizce bu tartışmayı izleyen Türkiye’nin Ermeni yurttaşlarının, bu bağlamda kendilerini nasıl tanımlamaları gerektiği sorunu da, öyle görünüyor ki, kimsenin umurunda değil. Bu durumda, mevcut hükümetçe, Azınlıklar Tali Komisyonu’nun ortadan kaldırılması talihsiz bir döneme denk geldi mi, demek zorundayız? Sanırım, hem bu komisyonun varlık nedeni, hem de süregelen tartışma, birlikte yeniden düşünülmek zorunda.
Öte yandan, basında da bazı yazarların belirttiği gibi, aslında böyle bir komisyonun var olduğu bilinmiyordu. Birkaç yıl önce, İstanbul Barosu’nun düzenlediği ve Türkiye’deki cemaat vakıflarına ilişkin bir toplantıda, azınlık mensubu avukatlar, açtıkları davalar sırasındaki hukuki yazışmalar sırasında böyle bir komisyonun, bir şekilde belirlenmiş yetkilerine işaret eden belgelerin de kendilerine gönderildiğini ve böylece durumdan haberdar olduklarını belirtmişlerdi. Daha sonra o belgelerden bazılarına, gene baro tarafından yayımlanan Cemaat Vakıfları adlı kitapta da yer verildi.
Şimdi, Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinde, böyle bir gizli komisyonun kaldırılmış olması olumlu bir gelişme sayılabilir. Ayrıca, Kıbrıs’taki görüşmelerin gölgesinde, belki Türkiye’nin, azınlık yurttaşlarına yönelik bir jesti olarak da değerlendirilebilir. Ama öte yandan, insan gene de kendini sormaktan alıkoyamıyor: Bu komisyon gizli bir hükümet işlemiyle kurulmuş ve gizli olarak faaliyette bulunan idari bir birimdi ve basının verdiği bilgilere bakılırsa, ortadan kaldırılması da Başbakanlığın gizli bir genelgesiyle olmuş.
Devlet aygıtlarının faaliyetlerinde, gelenekleşmiş bir hukuki uygulama vardır: Bir hukuki işlem hangi yöntem ve şekle tabi olarak yapılmışsa, onun geri alınması ya da kaldırılması da aynı esaslara tabi olur. Fakat şunu göz ardı etmemekte de yarar var:
Aktardığım bu hukuki ilke, özellikle bir demokraside, hukuka uygun olarak yapılan işlemler için geçerlidir.
Ya o işlemler, hukuka uygun değilse?
Son günlerdeki tartışmalar, bu soruya vereceğimiz cevapla da çok yakından ilgili.
Yorumlar kapatıldı.