H.Bülent Kahraman
Türkiye’deki azınlık sorunu başlı başına bir olgu. Nereye dönsek, ne yapsak karşımıza çıkıyor. Çünkü bütün dünya bu sorunla uğraşıyor. Çoğulcu bir toplum olmak toplumun demografik azınlıklarıyla belli yollardan iletişim kurmayı gerektiriyor. Batı’nın çok uzun bir dönem sömürdüğü, dışladığı, tahkir ettiği insan grupları şimdi onun için ayrı bir anlam taşıyor. Bu, siyasal doğruculuğun bir uzantısı olduğu kadar yeni demokrasi modellerinin de bir gereği. Dolayısıyla Türkiye’nin korkmasına, alınmasına gerek yok. Önemli olan bu olguyu kararlılık ve açıklıkla göğüslemek. Kaldı ki, Osmanlı kültürü azınlık konusunda bugün de önemli modellerden birisini oluşturuyor.
Amerika, bu konuda oldukça ilginç bir noktada.
Bu ülkedeki azınlıklar öyle küçümsenecek şeyler değil. Siyahlar, İspanyol kökenliler ve Uzak Asyalılar nüfusun önemli birimleri. Belki nüfus olarak Yahudiler de öyle ama ‘azınlık’ deyince onlar pek anımsanmıyor. O zaman iş çetrefilleşiyor. Çünkü mesele ‘ırk’la ve ‘derinin rengi’yle ilgili bir noktaya geliyor.
Çok uzun ve kötü notlarla dolu bir geçmişten sonra ABD, 1960’lardan başlayarak tutumunu değiştirmeye başladı. O tarihe kadar eğitim hakkından bile mahrum olan zenciler okullara alınmaya, karma eğitime girmeye başladı. Ona bağlı olarak da Amerika, ‘pozitif ayrım yasası’nı çıkardı. Azınlık nüfusun arayı kapaması için kurumlar ölçeğinde, eğitim alanında ve toplumsal düzeyde onlara ek paylar vermeye başladı.
Şu sıralar bu yolda bir tartışma var. Bir süre önce Berkeley Üniversitesi pozitif ayrımcılığın toplumun aleyhine işlemeye başladığını öne sürerek bu uygulamayı mahkemeye götürdü. Buna mukabil Michigan Üniversitesi davaya müdahil oldu ve yasayı destekledi. Şimdi Anayasa Mahkemesi nihai bir karar verecek.
Kararı oluşturmak kolay değil. Çünkü, ayrımcılık kavramını temellendirmenin
iki yolu var: ya bunun tarihsel geçmişi olduğunu, sınıfsal bir sorundan kaynaklandığını öne sürerek kavram geliştiriliyor ya da çoğulculuk bu tartışmaya esas yapılıyor ve farklara dayalı bir toplum yapısının daha güçlü olacağından hareket ediliyor. Amerika’daki anayasa mahkemesi bugüne kadar hep bu ikinci yolu izlemiş. Oysa şimdi iş değişiyor.
Çünkü, tarihsel ezilmişliğe, sömürülmüşlüğe, sınıfsal ayrımcılığa atıfta bulunulmadığından bugüne kadar (bu, herhalde ABD’nin kendi kendisini karalaması olacaktı) şimdi beyazlar ve egemen kesimler sürdürülen pozitif ayrımcılığın tam da böyle bir sınıfsal/kesimsel eşitsizlik yarattığı iddiasını geliştiriyor. Fırsat eşitliğinin bu yasayla ortadan kaldırıldığını öne sürüyor. Davanın özünü de bu oluşturuyor.
Bu kısıtlamalardan dolayı bu yıl birçok üniversiteye yapılan başvurularda zencilerden gelen taleplerin yüzde 25 oranında azaldığı saptandı. Bu, bir alarm. Herkes mahkemenin kararını bekliyor. Buna mukabil, İslam Cemaati (Nation of Islam) lideri bambaşka bir pozisyon aldı ve siyahların bu ülkede geçmişten bugüne sömürüldüğünü, toplumsal ve ekonomik haklardan yoksun bırakıldığını, bugünkü çabanın da gene bu anlayışın bir uzantısı olduğunu iddia etti. Yabana atılacak bir sav değil bu.
Sömürgecilik dönemi sona erdi. Yeni bir demokrasi anlayışının bu süreçten çıkması isteniyor. Bu da yeni bir demokrasi anlayışının doğmasını gerektiriyor. İnsan hakları üstüne oturacak bir demokrasi bu. Üstelik, azınlık sadece ırksal değil. Cinsel, dinsel, dilsel aynı zamanda.
O nedenle hepimiz, herkes bu sorunun içinde bir yerde duruyoruz. Kimse masum ve masun olmadığı gibi, demokratik bir platformda azınlık hakkıyla uğraşmak galiba ‘insan’ olmanın artık en önemli göstergesi.
Yorumlar kapatıldı.