ADNAN GÜMÜŞ
Çalışma arkadaşım Doç. Dr. Müfit Gömleksiz’in, aşağıda kısa bir özetini vereceğim Yahudi Ayrımcılığı da dahil çeşitli ülke halklarına yönelik tutumları içeren araştırma sonuçlarını eleştirel bir tarzda sunduğu bir konferans sonrası, Milli Eğitim bürokratlarının “İyi ya, bunda alınacak ne var, ne kadar da başarılı olmuşuz” şeklindeki yorumları, bugünkü gelinen noktanın özlü bir saptaması sayılabilir. Benzer kanaatler o kadar yaygın ki, ne zaman bir “istenmedik” durumla karşılaşılsa, bunun Ermeni veya Yahudi parmağı ile yapıldığı yönünde “yarı resmi” demeçler veriliyor. Üniversite senatolarından “Ermenileri” kınama mesajları çıkıyor. Bilimle nasyonalizm, Yahudi ile İsrail, Ermeni ile Ermenistan karıştırılıyor.
Bu durum İsrail ile Ermenistan’ın da işine geliyor. Gerek Türkiye Yahudileri, gerekse Türkiye Ermenileri, hem Türkiye hem de kültürel bir bağ içinde görüldükleri ilgili batılı-doğulu ülkelerce kendi amaçları doğrultusunda çifte bir cendereye ve baskılamaya konu oluyor. İstanbul’da sinagoglara yönelik saldırıdan sonra, İsrail aynı davranışı tekrarlayarak, bu acı ve ölüm üzerinden bir kez daha kendine “pay” çıkarmaya uğraşırken, Türkiye’deki Yahudiler de “diaspora” terimini kullanarak aynı etnik kullanıma “kapı” aralıyor. İsrail “vatan”, Türkiye “diaspora” mı? Fransa veya Avrupa’ya göç etmek zorunda bırakılan Ermeniler için “diaspora” sıfatı uygun düşebilir. Ancak Türkiye’deki Yahudiler “diaspora”da değil, kendi topraklarındadır. Uygun bir örnek verilirse, Türkiyeli Yahudiler değil, ama Filistinlilerin bir kısmı diasporadadır.
Tutturulmuş hedefler
1999’da Eğitim-Sen tarafından yayınlanan “Din, Milliyetçilik ve Otoriteryenizm” adlı çalışmamızın ana arayışı hem genel itaat ve saldırganlığı hem de bu çerçevede milliyetçilik ve dinin bir yandan otoriter eğilimlerle, diğer yandan Ermeni ve Yahudilere yönelik olumsuz tutumlar ile ilişkilerini görebilmek; dahası bunları Türk eğitim ve okul anlayışıyla ilişkilendirmekti. Bu amaçla Adana’daki 22 farklı liseyle Çukurova Üniversitesi’ndeki altı fakülteden toplam 1631 kişilik bir örneklemde anket yapıldı. Bu araştırmanın bulgularına baktığımızda, herkesin aslında çok iyi bildiği üzere, “örtük” hedeflere ulaşıldığı görülüyor. Bir başka deyişle “Müslüman olarak Yahudileri reddetmeliyim”,
“Hitler Almanya’sında Yahudiler sürülmüşse, bunda kendilerinin tamamıyla suçsuz oldukları söylenemez”; “Yahudiler, tarihte pek çok kötülük yaptı”, “Yahudilerin ülkemizi terk etmesi, bizim için çok iyi olur” veya “Ermenilerin kıyıma uğradığı ile ilgili haberler, Dünyada olduklarından çok abartılı gösterildi”, “Türkiye’ye karşı ne zaman bir düşmanlık ya da engelleme yapılsa, altında bir Ermeni parmağı bulunmaktadır” gibi ifadeleri gerek liselerde gerekse üniversitede tamamıyla reddedenler, maddelere göre sadece yüzde 11 ile yüzde 31 arasında değişen bir oranla sınırlı kalıyor. Öğrenci ve üniversitelilerin büyük çoğunluğu Ermenilerin ve Yahudilerin “pek çok kötülük yaptığı” ve “ülkeyi terk etmelerinin iyi olacağı” kanaatindeler. Yani okumuş nüfusun yüzde 70’ten fazlası, bir şekilde antisemitik tutumlara sahip.
Birbirini besleyen süreçler
Güç politikası, zaten özünde diyalektik bir ezme politikasını kendinde barındırıyor. “Dolayısıyla benim için çalışacak güç” tehlikeli bir sarmalı kendinde içeriyor. Yeşil kuşak projesinin sonu da bu oldu. Gerek Sovyetlere, gerekse demokratik bir kalkınma ve kendi kaynaklarını rasyonel kullanma süreçlerine karşı başta ABD olmak üzere emperyalist ve koloniyal güçler bir taşla birkaç kuş vurma hesabıyla, periferideki gerici akımları destekledi ve bugün de bu politikalarını sürdürüyorlar. ABD ve müttefik güçler, gerek kendi içlerinde, gerekse diğer üçüncü dünya adlandırılan ülkelerde hiçbir zaman “aydınlanmacı-demokratik” güçlerle bir olmadı; aksine çeşitli darbelere, gerici değer ve akımlara destek verdi (Hatta bazı iddialara göre, ABD ve İngiltere, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’yı da Sovyetlere karşı destekledi). Bir başka deyişle bugün İsrail’de, ABD’de, Afganistan’da veya Türkiye’de “yarı resmi” destek bulan din ve patriotizm, sonuçta düşmanlık ve ayrımcılığın en önemli kaynağını oluşturuyor. Sinagogları da, Kudüs’ü de, New York’u da, Bağdat’ı da vuran esas mihrakları, bu yarı resmi politikalar oluşturuyor. Bu potansiyel, daha pek çok yeri vurmaya da muktedir gözüküyor.
Araştırma bulgularına geri dönersek, bu gerici muhafazakar politikaların tuttuğu gözüküyor. Tüm okul ve fakülte türlerinde, Yahudilere yönelik olumsuz tutumlarda oldukça yüksek ortalamalara rastlanıyor. Bu düşmanlık özellikle “dini” eğitimle en yüksek değerlere -5 üzerinden imam hatip liseleri için 3,81 ve ilahiyat öğrencileri için 3,98’e- ulaşıyorsa da, ayrımcılık sadece bu okullarla sınırlı kalmıyor, aksine bu ayrımcı ifadeler bütün okullarda onaylanıyor. Ölçek ortalamaları liseler için 3,28 ve üniversite için 2,93’e ulaşıyor.
Değişik sosyo-demografik gruplara bağlı olarak da bu eğilimler çok farklılaşmıyor; ailenin (anne babanın) eğitim düzeyi veya mesleki kariyerleri yükseldikçe de, diğer dil, mezhep, bölge, cinsiyet ve benzeri gibi faktörlere bağlı olarak da ortalamalar 5 üzerinden 2,50 ile 3,30 arasında yer alıyor. Elbette çeşitli eğitim ve sosyal gruplar arasındaki bazen anlamlı çıkan bu farklar tekrar tekrar irdelenebilir. Ancak sonuçların olumlu okunabilmesi için, hangi grup olursa olsun ortalamanın 2’yi geçmemesi gerekirdi.
Gerek Yahudi gerekse Ermenilere yönelik olumsuz tutumlar politik anlamda sağ yönelim, şeriatçılık ve milliyetçilik ile, genel olarak da patriotik ve dindar eğilimlerle yüksek bir ilişki içinde bulunuyor; ayrıca savaş ve cunta eğilimi ile de koşutluk gösteriyor. Her iki gruba yönelik ayrımcı tutumun kendi aralarındaki ilişki de çok yüksek bulunuyor. Dolayısıyla, bütün bu tutumların bir “blok” tarzında işlediği söylenebilir.
Bir başka deyişle, bu ayrımcılık ve düşmanlıkların arkasında patriotik ve dini değerlere dayalı bir söylem bulunuyor. Sonuçta milliyetçi, etnosentrik, dini öğeleri öne çıkaran bir kültür politikası ayrımcılıkları da otomatik olarak yaratıyor.
Çözüm: Çoğulculuk ve paylaşımcılık
Bu ölçekler ve nitelemeler, dünyadaki kutuplaşmalar dikkate alınmadan okunduğunda bu şekilde görülüyor. Oysa esas çatışma alanı, tekrar tekrar söylendiği gibi güney ile kuzey arasındaki; hem uluslararası hem de bir devlet içi hiyerarşi ve ayrımlaşmalara dayanıyor. Kültürel söylem, bu ayrışmaları yaratıcı değil, meşrulaştırıcı bir rolde bulunuyor ve dikkatli okunmadığı zaman kutuplararası değil, kültürlerarası bir çatışma görünümü doğuyor ki, bu eksik ve hatalı bir değerlendirme olur.
Ekim ayında Sivas’ta gerçekleştirilen IV. Sosyoloji Kongresi’nde
“Yoksulluk, Yoksunluk ve Yolsuzluk” günümüzün üç büyük sorun alanı olarak öne çıkarıldı. Bu üç durumu da besleyici nokta, eşitsiz paylaşım ve cehalete dayanıyor. Kısaca, hürriyet ve eşitlik, bunları sağlayıcı hümanizma 1789’a göre günümüzde daha elzem bir ihtiyaç olarak ortada duruyor. Bunun için gerekli öğe ise “irade”. O da eksik değil, ancak yanlış kullanılıyor. Aslında “başka bir irade” ile “başka bir dünya mümkün”. Terör ve savaşları azaltıcı en önemli yollardan biri, sadece ulusal değil, uluslararası eşitlik ve hürriyet iradesinden, paylaşımcılık ve çoğulculuktan geçiyor. İşgal ve terör ile patriotizm ve dindarlık ise barışın tersine gelişmeleri işaret ediyor.
Ancak bir noktaya çok dikkat edilmelidir. Paylaşımcılık ve çoğulculuk, kavramın kendinde zorunlu olarak içerilen hiyerarşik bir “tolerans” veya “uzlaşım” anlamına gelmiyor, aksine hem kişi olarak hem de devletler olarak, zayıflardan daha çok da güçlüler olarak öncelikle herkesin kendi varolma hakkını tanımaktan geçiyor. Bunun için de, en azından özcü olmayan bir anlayışa ihtiyaç bulunuyor.
Oysa bugün bir yandan bir dini grup diğer dini grupların, yine benzer şekilde belirli bir ülke veya odaklar, diğer grup ve odakların varolma hakkına saldırıyor. Daha da kötüsü, “güçlü” olanlar alternatif yolları da kapatarak özellikle bu süreci besliyor. Sonuçta bu durum karşıtını da oluşturarak ve birbirini körükleyerek içinden çıkılmaz bir “şiddet” sarmalına dönüşüyor.
Doç. Dr.ADNAN GÜMÜŞ: Çukurova Üni.
Yorumlar kapatıldı.