MEHMET ALİ GÖKAÇTI
Rıfat Bali’nin 23 Kasım 2003 tarihinde Radikal İki’de yayımlanan “Antisemitizmi Hoşgör(me)mek” başlıklı makalesinde ileri sürdüğü fikirler dizisi önemli gerçeklere parmak basıyor olmakla birlikte, sorunun çözümlenmesi yönünde bir takım eksiklikleri de içeriyordu. Bu gerçekliklerin en başında hiç şüphesiz ki, Bali’nin de altını ısrarla çizdiği gibi Türkiye Yahudilerinin kimsenin hoşgörüsüne ve korumasına ihtiyaçları olmadığı geliyor. Çünkü yönetici sınıf ya da o sınıfın içinden çıktığı toplumsal kesim tarafından, o devletin çatısı altındaki diğer topluluklara hoşgörü gösterilmesi, her şeyden önce oradaki ilişki biçiminin tek taraflı olarak eşitsiz bir zeminde geliştiğini ve demokratik nitelikten yoksun olduğunu gösterir. Eğer toplumsal ilişkiler yönetici sınıfın hoşgörüsü eşliğinde yürütülecek olursa, taraflardan alt kesimde kalanın himayeye muhtaç olduğu tartışılmaz bir gerçekliktir.
Eğer yönetim tarzımızın cumhuriyet ve demokrasinin bileşkesinden oluştuğunu
kabul ediyorsak, etnik ve dini kökeni her ne olursa olsun ülkedeki tüm insanların anayasa güvencesinde eşit vatandaşlar olduğunu ve kimsenin de bir ötekinin hoşgörüsüne ya da korumasına muhtaç olmadığını kabul etmemiz, çağdaş bir yönetim anlayışının olmazsa olmaz şartlarındandır. Bu noktadan hareketle, Türkiye’deki tüm kesimlerin siyasi duruşları her ne olursa olsun, kendilerini bir özeleştiri sürecinden geçirerek, Yahudilere karşı oluşmuş bulunan ve adına ister antisemit isterse antisiyonist densin, önyargılardan sıyrılmaları ciddi bir zorunluluktur. En azından yaşadığımız bunca acı tecrübeden sonra daha sağlıklı bir düşünme süreci oluşturabilmek adına bu durum artık bir zaruret halini de almış bulunuyor. Tabiidir ki, İsrail devletinin ve tüm dünyadaki Yahudilerin de, Filistin sorununun çözümü konusunda benzer bir yaklaşımı geliştirmelerinin gereğine işaret ederek.
Ne var ki, buraya kadar yapılan tespitlerden sonra söz konusu özeleştirinin nasıl yapılacağı ve böylesi bir sürecin nasıl başlatılacağı önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü sorun sadece Yahudilere yönelik bir boyut taşımıyor, azınlık olarak nitelenen tüm gurupları kapsıyor ve neredeyse son yüzyıl içinde oluşturulmuş kabullerin giderek yerleşik görüşler halini alması ve hatta ondan da öte kemikleşmesiyle de bağlantılı.
Bunun da ötesinde söz konusu görüşler, devleti oluşturan kurucu düşüncenin konuya bakışını da doğrudan yansıtıyor ve aşılmasındaki zorluğun önemli bir boyutunu da bu yönüyle teşkil ediyor. Eğer başka türlü ifade etmemiz gerekirse, söz konusu düşünce, devlet merkezli olarak geliştirilmiş olup, yeni bir ulusal yapının oluşturulma sürecinde topluma da bu merkezden aşılanarak şekillendirilmiş bulunuyor.
Günümüzde azınlıklara ve onların kültürel değerlerine yönelik olarak ortaya çıkan ilgi ve alaka da bu yaklaşımdan bağımsız değil elbette. Daha çok günümüzün moda eğilimlerinden beslenen ve sorunun can alcı noktalarını deşifre ederek anlamaktan ziyade, konuyu daha magazinel bir yaklaşımla değerlendiren azınlıklar ile onlara ait değerlere özlem duyma hali, açıkça söylemek gerekirse, yerleşik anlayışların değişmesi bir yana sorunun çözümlenmesi noktasında nostaljik bir tatminden öteye herhangi bir fayda da sağlamıyor.
Öyleyse Bali’nin dile getirdiği sorunun aşılması ve azınlıkların himaye ve hoşgörüye ihtiyaçları olmayan eşit vatandaşlar konumuna geçişleri nasıl sağlanacak? Bu sanırım, biraz önce zikrettiğimiz kurucu zihniyetin daha yakından tanınması, deşifre edilmesi ve sonrasında da yerleşik kabul ve değerlerin cesaretle aşılması sayesinde sağlanabilir. Bunun için de ilk etapta sorunu daha gerilerden ele almak ve Ermeni tehciri ile nüfus mübadelesini irdeleyerek yola çıkmak gerekecek.
Sahibin sabrını taşırmamak lazım
Dağılan bir imparatorluğun elde kalan son parçası üzerinde yeni bir devletle beraber yeni ve homojen bir ulusal yapı inşa etmeyi tasarlayanların ilk hedefi hiç şüphesiz ki, azınlıklar oldu. Etnik ve dini özellikleri dolayısıyla yeni oluşturulacak ulusal yapı içinde aykırı bir manzara teşkil ettikleri düşünülen unsurlardan kurtulmak, o yıllarda birinci öncelik olarak ortaya çıtı. Olayların akışına göre Ermeni tehciri sürecinde Anadolu’daki Ermenilerden kurtulan bu anlayışın, Yunanistan ile yapılan zorunlu nüfus mübadelesiyle Rumlardan da kurtulması, söz konusu süreci başlatan gelişmeler oldu. Hemen akabinde Türkiye’ye getirilen ve ülke nüfusuna göre azınlıkta kalan mübadillerin de kısa zamanda topluma adapte edilerek mevcut içerisinde eritilmelerini de bu sürece eklediğinizde, bu ülkede hala azınlık olarak yaşayanlara kaçınılmaz olarak hoşgörü ile bakılması kalıyordu. O da, azınlık olarak yaşayanlar azınlık oldukları gerçeğini unutmadıkları müddetçe. Yoksa ,30’lu yılların Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6 – 7 Eylül olayları ve 1964 Kıbrıs olayları sırasında yaşanan vatandaşlıktan çıkarma örneklerinde görüldüğü gibi işler tersine dönüyor ve azınlıklar çeşitli olumsuzluklara maruz kalabiliyordu.
Ancak sorunu sadece bugünkü hükümetin atacağı adımlarla aşılabilir kabul etmek sanırım bu konudaki önemli eksikliklerden birini oluşturuyor. Çünkü biraz önce ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız zihniyetin oluşturduğu tarih yazımı ve dolayısıyla da ondan ilham alan eğitim sistemi, kabul etmemiz gerekecek ki, nesilledir bu ülke insanını aynı düşünce paralelinde şekillendirdi. Bu şekilleniş, ülkeden gitmek zorunda kalan gayrimüslim kitlelerin yerine kendi eliyle yerli burjuvaziyi ikame ederken, beraberinde onun düşünce sistemini de oluşturdu. Etnik birliktelikten güç alan bu homojen ulusal yapı, birlik ve beraberlik şiarı altında kitlelerin sessiz katılımcılar olmayı kabullenmesi ve ondan da öte bunu içselleştirmesi esasına dayanıyordu. Üstelik Ermeni ve Rum kitlelerin ülkeden çıkarılışlarının resmi tarih tarafından üzerinin örtülmesi, Cumhuriyet dönemi ders kitaplarının hemen hiç birinin Anadolu’daki etnik kompozisyondan bahsetmemesi, buna karşın Anadolu’nun Türklerin neredeyse dünya yaratıldığından bu yana anavatanları olduğunun anlatılması, bunun da yetmediği hallerde, Orta Asya’daki anavatandan yararlanılarak efsanevi bir coğrafyadan başlatılan ve Anadolu’yu, yani öz vatanımızı Türk olmayan unsurlardan kurtarma ve millileştirme çabaları gibi birçok olgu da devreye sokularak, zaman içinde bu düşünce adeta tahkim edildi.
Bütün bunların sonucunda da kabul etmemiz gerekecek ki, bu ülkede yaşayan her türlü etnik ve dini guruba da, Türklerin hoşgörüsüne sığınmak kalıyordu. O da, yukarıda sıraladığımız örnek olaylarda görüleceği üzere hoşgörü sınırlarını zorlamamak ve bu ülkenin asli sahiplerinin sabırlarını taşırmamak kaydıyla.
İşte bu kadar uzun bir zaman sürecinde oluşmuş hatta kemikleşmiş ve geniş bir toplum kesimi tarafından da kabul görmüş düşüncelerin bertaraf edilerek aşılması, Rıfat Bali’nin altını çizdiği gibi mevcut hükümetin alacağı kararlarla halledilecek kolaylıkta görünmüyor. Böylesi bir hükümet iradesinin ortaya konması kabul edelim ki, sorunun halledilmesinde önemli bir aşamayı oluşturacak; lakin Türkiye’nin mülki idareden, eğitime her alanda demokratikleşmesi ve toplumsal anlamda demokratik olgunluğa erişmesi gerçekleşmedikçe bu süreç de tamamlanmayacak.
Yorumlar kapatıldı.