Türker Alkan
‘Nerelisiniz?’ Bir yabancıya ilk sorumuz genellikle bu olur. Belki de yaşadığımız yerin, kimliğimizi belirlediğine inandığımızdandır.
Eskiden ‘İstanbullu’ olmanın bir ayrıcalığı vardı. ‘İstanbullu’, konuşmasını bilen, kibar davranışlı, görmüş geçirmiş kişi olmak anlamına gelirdi. Anadolu’nun ve Ankara’nın imrenerek baktığı bir nitelikti
İstanbulluluk.
Hâlâ öyle mi? Hiç sanmıyorum. Artık İstanbullu, azgın trafikle boğuşan, kapkaççılarla köşe kapmaca oynayan, gecekondular tarafından çepeçevre sarılan, seyyar satıcılar tarafından yolu kesilen, her türlü diyaleği konuşan bir ‘megakentli.’ Bu kargaşaya bir de terör belasının gölgesi düştü ki, sormayın gitsin.
Doğrudur, insanların kimliğinin oluşmasında, içinde doğup büyüdükleri kentlerin büyük payı vardır. Fakat, bunun tersi de geçerli değil mi? Kentlerin kimliğinin oluşmasında da, o kentte yaşayan hemşerilerin katkıları rol oynar.
Cuma günü Radikal’de yayımlanan bir yazıda, 40 yıldır İstanbul’da yaşayan bir Britanya vatandaşı “İstanbul’u terk etmeyeceğiz” diyordu.
“Çünkü İstanbul, yabancıların kendi çıkarlarını korumak için iki-üç yılda bir jetlerle geldikleri, ayrı yerleşim birimlerinde yaşadıkları Riyad gibi değil. Bizans döneminden beri Riyad’ın tam tersi hatta. Büyük ve ticari bakımdan önemli Avrupa topluluklarının (Venediklilerin, Cenevizlilerin, Britanyalıların, Fransızların) yaşadığı bir şehir İstanbul ve onların mirasçılarının büyük bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu döneminde de varlıklarını sürdürmüşler. 1964’teki Kıbrıs krizine kadar şehirde 100 bin Rum varmış. Birçok ortaokuldaki kız öğrencilerin yaklaşık üçte birini Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler oluşturuyormuş.”
Bütün kimlik erozyonuna karşın, İstanbul hâlâ eski şuhluğundan ve yobazları kızdıran kozmopolit yapısından bir şeyleri muhafaza edebilmiş ki, bombalarını bu kente yönelttiler. Orada atılan bombalar, sadece dinci fanatiklerin Hakk yolundan çıkanlara olan kızgınlığını ifade etmiyordu. Aynı zamanda, ‘yerel’in ‘evrensel’e, kasaba kültürünün kentsel yaşama, Doğu’nun Batı’ya olan tepkisini dile getiriyordu sanırım.
İstanbul, hâlâ pek çok şeyi simgeliyor olmalı.
İstanbul’dakine benzer bir gelişmeyi Mersin kenti yaşadı. 1940’lı, 50’li yıllarda azınlıkları ve yabancıların kendi varlığını açıkça hissettirdikleri bir deniz kentiydi Mersin. Yahudiler, Hıristiyan ve Müslüman Araplar, İtalyanlar, Rumlar yaşardı bu kentte. Ve Mersin’in sosyal yaşamındaki ayrım tanımayan rahatlığında bunu izleyebilirdiniz. (Dünyanın pek çok ülkesinde görülmeyen bir şeyi Mersin’de görebilirdiniz: Farklı dinden gelen kişiler aynı mezarlığa gömülürdü. ‘Aman, çok mu önemli’ demeyin. Bu nedenle Avrupa’da mezarlık kapılarında az mı kan döküldü?)
Şimdi çok daha kalabalık, apartmanlarla örülmüş, yolları genişlemiş, kent hizmetleri yaygınlaşmış olan Mersin, 50 yıl öncesine göre çok daha yerel ve Şarklıdır. İnsan ilişkileri bakımından geri gitmiş bir kenttir.
Sadece bina ve yol yapmakla kentli olunmuyor. İnsani değerlerin evrenselleştiği, farklı dini, etnik, kültürel değerlerin hoşgörüyle karşılandığı bir toplum yaşamı geliştirebilmeliyiz.
Bu konuda Osmanlı’dan öğrenecek şeylerimiz var sanırım.
Yorumlar kapatıldı.