Ragıp Zarakolu
“Sınırları Aşmak” (The Crossing Border) Festivalinde konuşma yapmak üzere geçen hafta Lahey’deydin. Burası, Hollanda’nın resmi başkenti olmanın yanında, insanlığa karşı işlenen suçları yargılayan uluslararası mahkemenin de merkezi. Hollanda oldum olası bir sığınma merkezi olmuş, özgür düşünceye kapılarını açmış. Descartes gibi çokları daraldıklarında kapağı buraya atmış. Özgür düşüncenin klasiklerinden, “Deliliğe Methiye”nin yazarı Erasmus’un, “Etika” yazarı Spinoza’nın memleketi zaten burası.
Farklı kıtalardan seslerin yankılandığı festival programının bir parçasını da, Novib kurumu ile Uluslararası PEN Cezaevindeki Yazarlar Komitesi’nin verdigi “İfade Özgürlüğü” ödüllerinin dağıtımı oluşturuyor. Ödül alanlardan Cezayirli Yazar Saada Omar, “Yönetimin Coşkusu” adli bürokrasiyi eleştiren kitabından dolayı işinden atılmış ve hakkında üç ayrı dava açılmış. Çin’den Jiang Qisheng ise, “Beijing Spring” (Pekin Baharı) adlı derginin yazarlarından. Çinli bir insan hakları savunucusu. 1999’da tutuklandı ve 4 yıl hapse mahkum oldu. Ancak bu yılın Mayıs ayında serbest kaldı. Ödül alanlardan halen Gine’de mülteci olarak yaşayan Sierra Leoneli Saul Paul ve Tamba Mbetoka Allieu’nin öyküsü ise daha dramatik. Kadınların sünnet edilmesine karşı yayınlarda bulundukları için, tutucular tarafından linç edilmeye çalışılmışlar. Yazarlar, kız kardeşlerini böylesi bir sünnet sırasında kaybettikleri için, artık bir şeyler yapmak gerektiğini düşünmüşler. Saul Paul, karısını ve kızını saldırılarda yitirmiş, Tamba Allieu’nun eşi ise genital organlarından yakılmak istenmiş, kısmen yanarak kurtulmuş. İki aileden kaybolanlar var. İşin acı olan yanı bu saldırılarda kadınların yer alması. Bu bana ister istemez, Afganistan’a kadar uzanan bir coğrafyadaki töre cinayetlerini, aile meclislerinde alınan kararlara kadınların, hatta annelerin de katılmasını hatırlattı.
Festival sırasında Güney Afrikalı yazarlarla da keyifli görüşmeler oldu. Anadilde değil de, İngilizce yazmanın zorluklarından bahsettiler. Çek yazarı Milan Kundera’nın kitaplarını Fransızca yazması onları heyecanlandırıyordu. Bende İngiliz edebiyatının klasiklerinden Joseph Conrad’in Polonyalı olduğunu hatırlattım. Romen yazar Panait Istrati kitaplarını Fransızca yazıyordu. Şimdi Almanca yazan başarılı Türk yazarları var. Ayşe Nur da ilk Türkçe yazan Alman yazarının kitabını yayınlamıştı. Af Örgütü’nden Helmut Oberdiek’in “Dışarıdakiler” adlı kitabı alaycı bir dille 12 Eylül surecinin “dışarıdan” nasıl yaşandığını anlatıyordu. İrlandalı İngilizce yazan Shaw, Wilde, Yeats, O’Casey, James Joyce gibi yazarlar olmasaydı, acaba İngiliz edebiyatı bu kadar gelişir miydi?
Bu olay Türk edebiyatı için de geçerli değil mi? Ahmet Arif, Yaşar Kemal, Cemal Süreya, Selahattin Hilav ilk ağızda aklıma gelen isimlerden.
Milliyetçi paranoya en son harflere taktı. Renklerden, kelimelerden sonra sıra harflere geldi. Dünyanın en saçma tartışmasa yürütülüyor. Kimsenin “Türk alfabesine yeni harf eklensin” dediği yok. W, Q, X artık tanımak zorunda kaldıkları Kurt dilinin alfabesinde yer alan harfler. Ve Kürtçe yabancı bir dil değil. Kimse yabancı bir dilin alfabesini dayatmak istemiyor. Şimdi kimi çevreler, yahu şu Kürtler de gereksiz sorun çıkarıyor, buldukça bunuyorlar demeye getiriyor. Eğer olayda bir saçmalık varsa, ne yazık ki, bizim cephede. Tipik hazımsızlık olayı.
Sabah yazarlarından biri de, bu tür istemleri “Kürt ırkçılığı”diye sunmaz mı. Kürtlerin bu tür tavırları Türk ırkçılığını tahrik ediyormuş. “Kara Türklerin” öfkesi patlamak üzere imiş. Aslında aba altından sopa gösteren, ve bir mantaliteyi açık eden bu yazıyı ayrıntılı bir çözümlemeye tabi tutmak gerek. Ve sonunda “bomba” İstanbul’da patladı. İstanbul sokakları 6-7 Eylül günlerini andıran görüntülere büründü. Bu 15 yıl süren fiili savaş döneminde bile görülmeyen bir olaydı. Ve nasıl bir benzin deposu üzerinde bulunduğumuzu gösteriyor. Aşırı milliyetçiliğin varacağı son durak, elbette antisemitizmden başka bir şey olamaz. Ve bu da bir hastalık. Her ne kadar üstü örtülse de, antisemitizm her zaman, üstelik farklı kanatlar da var olabildi. Milliyetçilik ile hesaplaşma ayni zamanda antisemitizm ile hesaplaşma anlamına geliyor.
Ve yine bir başka çatışmanın bedelini bu ilkenin insanları ödedi. İsrail-Filistin çatışmasının bedelini, hem de ibadetleri sırasında Yahudi yurttaşlarımız ödedi. Geçmişte neden Türk-Yunan çatışmasının bedelini Rum yurttaşlarımız ödedi. Daha geriye gidecek olursak, iki komite arasındaki gerilimin bedeli tüm Ermeni halkına ödetildi. Ve şimdi de birileri, Güney’deki “Kürt gerçekliğinin” bedelini ülkenin Kürt yurttaşlarına ödetmeye hazırlanıyor.
Böylesi bir kin ve nefret dünyasında hiçbir inanca, hiçbir düşünceye yer olamaz. Demokrasiden de söz edilemez. “Birileri” yeniden faaliyette. Ama halklarımızın sağduyusu, bu oyunları da boşa çıkaracaktır.
Yorumlar kapatıldı.