İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal2: Antisemitizmi hoşgör(me)mek

Rıfat Bali

Bir toplumun, bir devletin tarihi geçmişiyle, bünyesinde barındırdığı ırkçılık, antisemitizm ve ayrımcılıkla yüzleşmesi için önemli olayların meydana gelmesi şarttır. Böylesi olaylar tarihi süreç içinde bir milat, bir kırılma noktası teşkil eder. Toplum ardından “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” beklentisiyle bir özeleştiri, arınma ve yenilenme sürecine girmeye çalışır. “Susurluk kazası” , “Hizbullah cinayetleri” gibi hadiselerden sonra Türk toplumu da, medyanın öncülüğünde, gerçeklerle yüzleşmeye çalıştı, ışıkları açtı, kapadı ancak kısa sürede ya gündem değiştiğinden, ya soruşturmalar yavaşladığından veya sonuçsuz kaldığından yaşananlar unutuldu gitti. Korkarım ki Türkiye’de hep mevcut olan ancak sinagog baskınlarıyla birden inkâr edilemez şekilde görünürleşen antisemitizm denilen iğrenç gerçek de kısa sürede unutulacak ve bir daha bundan hiç kimse söz etmeyecek.

15 Kasım Cumartesi günü İstanbul’da yaşanan dehşet sonrasında Türk toplumu siyasal İslam hareketinin içselleştirdiği antisemitizm ile cepheden yüzleşme fırsatını ele geçirdi. Ancak siyasi iktidar, medya, entelektüel elitler, İsrail devleti, Türk Yahudi cemaatini temsil eden Hahambaşı Hazretleri ve maiyetindeki laik liderler başta olmak üzere herkes eylemlerin yarattığı bu “fırsat”ı kullanmamakta azimli ve kararlıydı.

“Türkiye’de hiçbir zaman ırkî ve dinî anlamda bir antisemitizm olmamıştır” kanaatini herkes paylaşıyordu. Bir an için belleğimizin dumura uğradığını ve Tek Parti döneminde gayrimüslim yurttaşlara uygulanan içler acısı ayrımcı baskı ve politikaları unuttuğumuzu farz edelim. Peki ya DP’nin iktidara geldiği 1950 yılından günümüze kadar hiç azalmadığı gibi tam aksine artan, aşırı sağ ve İslami kesimin zihinsel dünyasını esir alan antisemitizm nedir? Hitler’in “Kavgam” kitabının ilham kaynağı, Holokost’la sonuçlanan antisemitizmin temel başvuru eseri “Siyon Önderlerinin Protokolleri”nin Türkçe çevirisinin 1934 ila 2000 yılları arasında 93, “Kavgam”ın çevirisinin 1940 ila 2000 yılları arasında 30 kez yayınlanması ve MHP ve Ülkücü hareketin “el kitabı” haline dönüşmesi, Avrupa ve Amerika’da neo-naziler ile aşırı sağ örgüt ve yazarların Holokost’u inkâr eden yayınların ülkemizde de 1991 ila 2000 yılları arasında 22 kez yayınlanması, köktendinci bir gazetenin Holokost’u “yalan” olarak tanımlayan bir risaleyi okurlarına “armağan” olarak dağıtması neye alamettir? Günümüzde her gün “Mossad’ın 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirdiği”nden, “Sabetaycıların, yani gizli Yahudilerin siyonistlerle birlikte Türkiye’ye egemen oldukları”na kadar uzanan envai çeşit ırkçı komplo teorilerini dile getiren, 15 Kasım günü yaşananların bile Mossad ve İsrail tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürebilen, “bizler antisemit değil antisiyonistiz” sloganının arkasına sığınarak Yahudilere karşı kin ve nefret dolu söylemlerini gündelik hayatlarının ve kullandıkları lisanın bir parçası haline getirenler nedir?

Bütün bu gerçeklere göz yuman, görmezlikten gelen, antisemit yayın ve söylemlere karşı “basın hürriyeti” kavramının ardına sığınıp Türk Ceza Kanunu’ndaki müeyyideleri uygulamayan, antisemit kalemşörleri muhatap kabul edip onları meşrulaştıran ve “aydın” mertebesine yükselten, eylemlerin antisemit vasfını vurgulamaktan çekinen ve sadece “terör” vasfı üzerinde durmayı tercih eden bir siyasi iktidar, bir toplum, aynı toplumun siyasal, entelektüel, kültürel ve medya elitleri 15 Kasım günü cereyan eden dehşetin sorumlusudur. DP’nin iktidara geldiği 1950’den bu yana Yahudilere karşı sürdürülen kin ve nefret söylemine karşı sessiz ve seyirci kalmayı tercih ederek, onlara gerçek birer Türk yurttaşı olduklarını hissettirecek hiçbir adım atmayan gelmiş geçmiş hükümetler bugün karşı karşıya kaldığımız manzaradan sorumludur. İsrail devletinin kuruluşundan bu yana hiç bıkmadan, usanmadan Yahudilere karşı kin ve nefret söylemini sürdüren, gelecek nesilleri de zehirlemeye devam eden, geçmişin “mukaddesatçı” günümüzün “İslamcı” medyası, kalemşörleri ve “kanaat önderleri” de bu durumdan sorumludur.

AKP’ye düşen

Başbakan Recep Tayip Erdoğan ve AKP hükümeti, içinde doğup büyüdüğü ve sonradan yolunu ayırdığını beyan ettiği siyasal İslam hareketinin içselleştirdiği antisemit söylemi ve bu söylemi devam ettirmeye kararlı olanları alenen kınamalıdır. Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı, AKP milletvekili ve Sabah köşe yazarı Ömer Çelik’in bu yılın içinde Amerika’nın eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’in editörlüğünü yaptığı “The United States and Turkey Allies in Need” başlıklı derlemede yer alan Türkiye’deki siyasal İslam’ın tarihçesi ve tahlilini içeren makalesinde MNP ile başlayıp günümüzde SP ile süren siyasal İslam hareketi ve lideri Necmettin Erbakan’ın kullandığı söylemi açıkça “antisemit” olarak nitelemişti. Bu makale ile Amerikan Yahudi lobisini, Amerikan siyasal ve entelektüel elitleri ve İsrail devletine seslenmeyi hedefleyen ve bir yerde AKP’ye karşı ilk başlarda ikircikli bir tavır sergileyen aynı çevreler nezdinde, “Bakın biz değiştik, Erbakan ve Mili Görüş gibi antisemit değiliz, bu mirası devralmadık” demeye çabalayarak meşruiyet kazanmaya çalışan AKP iktidarı Türkiye içinde de aynı tavrı takınmak, tabanıyla yüzleşip bu kin, nefret ve Yahudi düşmanlığı söylemine son verilmesi için gerekli adımları atmak zorundadır. 25 Eylül, 30 Eylül ve 30 Ekim tarihli yazılarıyla siyasal İslam’daki antisemit söylemi ifşa etme erdemini gösteren nadir aydınlardan Doç. Dr. Nuray Mert 18 Kasım tarihli yazısında İstanbul’da yaşanan vahşet nedeniyle “ulusal yas” ilan edilmesini teklif ediyordu. Bunu yapmayan Başbakan Erdoğan en azından antisemitizmi alenen lanetleyerek, Fransa’da olduğu gibi antisemitizme karşı koymak için bir araştırma komisyonu kurarak liderliğini ve bu belayla mücadele etmeye kararlı olduğunu göstermelidir.

Herkes gerçeklerle yüzleşip vicdan muhasebesini yapsın. Türkiye Yahudileri, Müslüman çoğunluğun hoşgörüsüne ve korumasına muhtaç zimmiler değil. Onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin birer yurttaşı. Beklenen tek şey antisemitizme karşı gösterilen gelenekselleşmiş hoşgörünün sona ermesi, sıfırlanması. “Yeter” demenin zamanı çoktan gelmiş ve geçmişti. Şimdi maalesef hep birlikte geç kalındığının farkına varıyoruz.

RIFAT BALİ: Araştırmacı

Yorumlar kapatıldı.