Murat Yetkin, Radikal’de bu sabahki (Perşembe, 20 Kasım) yazısında,
‘Türkiye’nin Irak krizinde izlediği politikanın iflas ettiğini’ söylüyor.
Bu benim için ‘aşırı’ ya da ‘şaşırtıcı’ bir önerme değil. Evet, bence de öyle. Türkiye’nin ‘dış politika’sı söz konusu olduğunda zaten pek başka bir durum hasıl olmuyor.
Murat Yetkin, ‘Ankara’nın yıllarca (ve hâlâ, ‘aşiret lideri’ diye küçümsediği Talabani’nin yarım-başbakan olarak gelişini de iflasın kanıtı olarak gösteriyor, birçok olay olurken Ankara’nın sadece Irak’ta nasıl bir federasyon kurulacağı konusuyla ilgilendiğini söylüyor ve bu alanda bile etkili bir varlık gösteremediğini buna ekliyor:
‘Peki Türkiye’nin bu isteğini kim, hangi masadaki tartışmaya dahil ediyor? Belli değil.
Peki, Türkiye bunu kiminle tartışıyor? O belli: kendi kendine.’
Yetkin’in bu tespitlerine bir diyeceğim yok, ama bunlar niçin böyle oluyor? Bu soruya biraz kafa yormamız, üstelik şimdiye kadar yaptığımızdan epey farklı bir biçimde kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü, şimdiye kadar benimsediğimiz ve yurtiçinde (dışına gücümüz yetmediği için) başka türlüsünün olabileceğini düşünmeyi bile fiilen yasakladığımız yaklaşımlarımız, bizi ancak buraya kadar getirirdi. Hedefimiz doğru seçilmiş, stratejimiz doğru çizilmiş de, arada bir şeyler aksıyor, ihmale uğruyor, buna benzer ‘arızi’ bir şeyler olduğu için beklenen sonuç alınamıyor. Durum bu değil. Hedefinden stratejisine ve hepsine egemen olan üsluba, tutarlı ve doğru olan hiçbir şey yok.
Bunlar hepsi ‘Soğuk Savaş’ koşullarında, hepimizi tehdit eden komünizm canavarına karşı, ABD’nin yakın stratejik müttefiki olan bir Türkiye’nin, o somut koşullarda, gene uzağı görerek ve düşünerek değil, el yordamıyla bulduğu birtakım şeyler. O koşullarda da ne kadar uygun, ne kadar geçerli olacağı tartışılırdı. Ama o koşullar bunlara elverdiği için, böyle var olmaya izin verdiği için, tartışılmadı; tersine kemikleşti. Ama şimdi koşullar ciddi bir şekilde değişti. Dolayısıyla uyumsuzluklar iyice açığa çıktı.
Ermeni kıyımı gibi bir konuya bakalım. Andığım Soğuk Savaş koşullarında Amerika ve Batı bloku, ‘Hür dünya’nın savunulmasında bunca riskli görevler üstlenmiş müttefikler, Türkiye’nin bu konu yüzünden ciddi bir sıkıntıya girmesini istemezlerdi.
Özellikle ABD ve Fransa, hatırı sayılır Ermeni topluluklarının yaşadığı ülkeler olarak bu konuda biraz daha sıkıntıdaydılar, ama sonuçta iki tarafı da küstürmeden idareimaslahat etmeyi başarıyorlardı.
Fransa’da bu olay için bir heykel veya anıt dikilmesi ve elçimiz Hasan Esat Işık’ın protesto halinde ülkeyi terk etmesi… Burada bunun ne kadar alkışlandığını hatırlıyorum. Çünkü bu tür ‘milliyetçi sert jestler’ burada pek sevilir.
O sert jestler sayesinde ve sonucunda Türkiye gün geçtikçe daha esnemez, su sızdırmaz bir tutum oluşturdu. Çünkü pazarlık konusu yapacağına güvendiği mahut ‘jeopolitik konum’ kozu vardı. Fazla bir dirençle de karşılaşmadı bu yüzden. Oysa daha o günlerde, ülke terk etmek falan yerine, daha yumuşak, daha ılımlı politikalar tercih edilebilir, görüşme
kanalları açılabilir, yani başka şeyler yapılabilirdi.
Bulunduğumuz bölgede çıkan, çoğu bizi doğrudan doğruya ilgilendiren birçok konuda da aynı durum söz konusuydu.
Türkiye’nin ‘bölgesel güç’ olduğunu büyük bir zevk ve kıvançla tekrarlayıp duranlar var. Yazdıklarından, söylediklerinden anlayabildiğim kadarıyla, bu ‘bölgesel güç’ olma keyfiyetini, ‘fiziksel’ anlamda tanımlanmış bir ‘güç’ kavramına oturtuyorlar.
Bu da, ‘ekonomik kapasite ve takat’ gibi uzun vade gerektiren değerlendirmelerden çok, ‘askeri güç’ gibi daha dolaysız varlıklara bağlanıyor.
‘Bölgesel güç’ olmanın elbette böyle bir gereği de vardır. Ama her şey buna bağlı değildir. Ben bu yazının sonuna gelirken, yeni bomba haberleri de gelmeye başladı ve evet, ‘bölgesel güç’ olmak bölgede olanları iyi anlamayı ve onlara karşı, mümkün olan en geniş hakşinaslık çerçevesinde tavır almayı da gerektirir. Devam edeceğim bu konuya.
Yorumlar kapatıldı.