ERDOĞAN AYDIN
Önceki hafta belirttiğim gibi, Osmanlı mirasıyla hesaplaşmadığı sürece Türkiye’nin bölgede dost edinmesi, dahası dünyada saygın bir konum elde etmesi olanaksız. Bu sorun Osmanlının kendi hinterlandındaki konumu ve tarihsel konumlanışıyla doğrudan ilgili. Başta Arap bilinci olmak üzere geçmişte ona tebaa olmuş tüm komşu halklar nezdinde Osmanlı imgesi despotizm ve sömürgecilik ile örtüşüyor. Çünkü tümü kılıç zoruyla işgal ve ilhaka uğramış, yağmalanıp haraca bağlanmış, itiraz ettiklerinde ek katliamlara uğramış, ekonomik yapıları Osmanlı’nın çıkarları doğrultusunda çarpıtılmıştı. Uzak geçmişin bu kötü anıları 19. yüzyıldaki meşru bağımsızlık arayışlarının kanla bastırılmaya çalışılmasıyla abartılı biçimde güncelleşecekti.
Bağımsızlıklarını kazandıklarında ise Osmanlı, geçmişlerinin zalim efendisi, geri kalmışlıklarının temel sebebi ve milliyetçiliğin gereksindiği temel düşman imgesi oldu onlar için. Üstelik söz konusu bu kötü imge, sadece komşu devletlerle de sınırlı değil. Kendini süreğen fetihlerle gerçekleştirmesinin yanısıra, Ermenilerin Anadolu’dan yokedilişindeki iradesi nedeniyle Osmanlılık, Batı’da da olumlu bir imge oluşturmuyor.
Özetle Türkiye’ye karşı mesafeli tutumda, güncel nedenlerin yanı sıra Onun Osmanlı’yla özdeş izleniminin de önemli bir payı olacaktı. Nitekim TC, Osmanlılıktan gelen bu yükü gidermek yerine pekiştirdi; Osmanlı’yı reddettiği devrimci karakterli ilk döneminden sonra, giderek artan oranda Osmanlı’yla özdeşleşti. Kendini Osmanlı ile özdeşleştirdikçe komşularını küçümsedi, onlarla eşitlenmek ve empati geliştirmek yerine kendini eski efendi, onları da arkadan vuran veya parçalayan güçler olarak konumlandırdı. Viyana kapılarına dayanmayı bir övünç vesilesi yaptı,
İstanbul’un fethini güncel bir argüman olarak kullandı ve Ermeni kırımını, İmparatorluğa sadık kalmamanın cezası olarak savundu.
Bunun sonucunda fethe ve tehdide uğramışların tepkisini üstlendiği gibi kendi demokratikleşmesine zemin oluşturacak bir tarih bilinci de edinemedi. Kendi sorun ve tatminsizliklerini, Osmanlı’yı bir üstünlük faktörü olarak sahiplenerek azaltmaya çalıştıkça, hem komşularıyla ilişkilerini geren hem de demokratikleşmesini engelleyen bir rotaya girmiş oldu. Sorun ve tatminsizliklere karşı geliştirilen Türkçülük ve İslamcılık,
halkı tebaalaştırma yöneliminin araçları kılınırken, çevremiz ve Turan’da üstünlük ve yayılma hayallerini besleyen bir işlev gördü. Osmanlıcılık, bu anlamda bölge devleti olma hayallerine ideolojik ve tarihsel bir dayanak oluşturdu.
Bu kapsamda Sovyetlerin dağılması sonrasında “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” vizyonu geliştirilirken, Osmanlı’nın 700. yıl kutlamaları, Cumhuriyet’in abartılı 75. yıl kutlamalarını bile gölgeleyecek bir düzlemde gerçekleşti.
Oysa bölgede hak iddia etme ve egemenlik alanını genişletme yöneliminin tezahürü olarak Osmanlıcılık komşularla olan sorunları artırıyor. Yine bu bağlamda Türkiye’nin içine girdiği militarizasyon, ekonomik kalkınma yanı sıra demokratikleşme gereksinimleri üzerinde de olumsuz bir etki görüyor. Özetle Cumhuriyet’in Osmanlıcılıkta kıldığı bu karar, astarı yüzünden pahalı bir handikap oluşturuyor. Diğer yandan bu yaklaşım sadece diğer halklara karşı değil kendi tarihsel ve toplumsal kimliğine karşı da büyük bir yabancılaşmanın yansıması. Çünkü Cumhuriyet, bir halklar hapishanesi olan Osmanlı’nın baskılarını en ağır yaşayıp ondan en son kurtulan Türklerin devleti olarak kurulmuştu.
Etrak-ı na pak
Osmanlılık Türkmen geleneği içinden çıkmış olmakla birlikte, tüm imparatorluklara özgü bir milliyetsizlik durumunun ifadesiydi. Nitekim kurumlaşmasını müteakip Türkmen’i aşağılayıp kendini ondan kategorik olarak ayıracaktı. Bu durum Türkmen’in gözünde, “Şalvarı şaltak Osmanlı/ Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok biçende yok/Yemede ortak Osmanlı” ifadesinde yansırken, Anadolu halkı da Osmanlı egemenlerinin dilinde, “Etrak-ı bi idrak” (anlayışsız Türk), “Kızılbaşı evbaş” (Kızılbaş rezili),
“Etrak-ı nâ-pak” (pis Türkler), “Ekrad-ı bi aklu din” (akılsız ve dinsiz Kürtler) gibi ifadelerle nitelenecekti. Dolayısıyla Osmanlıcılık, halkın kendi despotuna âşık edilmesi gibi travmatik bir işlev yükleniyor.
Kurumlaşmasını müteakip, içinden çıktığı Türkmen halka yabancılaşan Osmanlı, milliyetsiz, devşirme ve kozmopolit bir imparatorluk örneğidir. Osmanlı’nın “Türklüğü”, Avrupalıların ona Türk demesinden ve kuruluşunun Türkmen topluluğun devletleşmesinin ürünü olmasından ibaret, ama Osmanlı’nın kabullenmediği bir yargı örneği oluşturur.
Milliyetçi dayatmanın ürünü olarak bugün Osmanlı tarihini kendi tarihimiz olarak okuyor oluşumuz, bu durumun, bir illüzyon olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Üstelik Osmanlı’yı milli bir tarih olarak okumak, milli kimliklerin 19. yüzyılda oluştuğu gerçeği yanı sıra, ona karşı mücadelenin ürünü olan cumhuriyet bilincine karşı da bir yabancılaşma anlamı taşır.
Nitekim bu realite, Cumhuriyet’in henüz ileriye baktığı günlerinde Mustafa Kemal’in ağzından defaatle ifade edilecekti. 1 Mart 1922’de Meclis’i açış konuşmasında, “..Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür (halktır)” ifadesini gerekçelendirirken; “Efendiler, diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi asırdan beri cihanın muhtelif yanlarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini (yabancı) topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahkir ettiğimiz ve aşağıladığımız
ve bunca fedakarlığına ve iyiliğine karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda utançla ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım” şeklindeki sözleri bu açıdan çarpıcıdır.
Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in Osmanlı karşısındaki konumunu göstermek açısından, yine Mustafa Kemal’in; “Osmanlı Hükümeti’ne, Osmanlı Padişahı’na ve Müslümanların Halifesi’ne isyan etmek ve bütün ulusu ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu” ifadesi, Türk devletinin Osmanlı’nın devamı değil, Osmanlı’ya karşı en son ayaklanmış bir ulusal iradeyle kurulduğu gerçeğini bize hatırlatır. Dolayısıyla sadece devletin değil, Bremer’in ifadesine karşı Osmanlı’yı cansiperane savunmaya geçen Kemalistlerin geldiği nokta da trajik durum oluşturur.
Özetle Osmanlı’dan Türklük adına bir övünç üretmek ve onu Türklükle özdeşleştirmek girişimleri, bilimsel temelden yoksunluğu bir yana, günümüzde yaşanan sorunları artıran, dışta dostane ilişkileri, içte demokrasiyi engelleyen bir işlev görüyor. Bu şekilde çarpıtılan tarihten hamaset üretenlerin asıl kaçtıkları şey ise, yönettikleri topluma adil ve özgür bir yaşam atmosferi sunmanın kendilerine yükleyeceği maliyette düğümleniyor. Karşı karşıya olduğumuz Osmanlı seviciliği ve bundan beslenen
Türkçülük ve İslamcılık ise, egemenlerin ödemek istemediği bu maliyetin Türkiye halkına yüklenen faturasını oluşturuyor ne yazık ki.
Bu durumda, kutsal devlete öykünen tebaa konumuna karşı demokratik bir cumhuriyeti, özgürlükçü anlamıyla gerçek bir laikliği ve çevresiyle barışçıl bir uluslararası ilişkiyi kurumlaştırabilmek biz yurttaşların gösterebileceği iradeye bağlı hale geliyor. Dolayısıyla çevremizle olanlar yanı sıra kendi içimizde de sorunlarımızı barışçıl yollarla çözebilmek açısından sağlıklı bir tarih bilinci edinmeye ve ilk elden Osmanlılık yükünden kurtulmaya büyük bir gereksinimimiz bulunuyor.
Yorumlar kapatıldı.