3 Kasım 2003— 7-8 Kasım’da İstanbul’da gerçekleşecek bir sempozyum mübadele günlerine farklı bir bakış açısı getirmeyi amaçlıyor. Geçmişten bugüne mübadeleyi Yıldız Üniversitesi Öğretim Üyesi Elçin Macar’la konuştuk.
Defne Sarısoy: Öncelikle mübadelenin hangi sebeplerden yaşandığına bakalım, tarihsel süreçte bu mübadeleyi hazırlayan sebepler nelerdi?
Elçin Macar: Mübadeleyi sadece 1923’te uygulandığı birkaç yıllık süre içinde değerlendirmek çok doğru olmaz, çünkü bunun bir geçmişi var. Mübadele esas olarak Balkan Savaşları ile birlikte incelenmesi gereken bir konu. 1912-13 Balkan Savaşları sonunda ve sırasında yüzbinlerce Müslüman, Balkanlar’dan Doğu Trakya’ya, İstanbul’a ve Anadolu’ya aktı. Böyle bir göç hareketi zaten yaşanıyordu. Bu şekilde İttihatçı yönetimde bir mübadele fikri doğmasına yol açtı. Hükümet “zaten bir sürü insan geliyor, hiç olmazsa bunlara yer açalım” diye düşündü.
Buna İttihatçıların ideolojik nedenlerini de katabiliriz. Burjuvaziyi Türkleştirme, tehlikeli gördükleri jurnalleri ortadan kaldırma planları da var. 1913-1914’te, örneğin Ege Bölgesi’nden yaklaşık 150 – 200 bin Rum’un Ege Adaları’na göçtüğünü görüyoruz. Üstelik 1914’te Osmanlı ve Yunanistan arasında, çok ilginçtir, uygulanmayan bir mübadele anlaşması var. İmzalanmıştır, ama Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle pratik nedenlerle uygulanamamıştır. Dolayısıyla, bu Ege bölgesindeki Rumların mübadelesinin böyle bir arka planı var.
Bunun üzerine bir de Yunan işgalini koyalım. Rumlar’ın bir kısmının Yunan ordusuyla işbirliği yapmış olmasını ekleyelim. Ermeniler de vardır kısmen bu mübadelenin içinde ki Ermeniler, mübadelenin ikinci planda kalmış grubudur. Oysa ki çeşitli kaynaklar ve çeşitli rakamlar var, 30 ila 90 bin arasında Ermeni’nin de Rumlar’la birlikte Yunanistan’a gittiğini biliyoruz. Birinci Dünya Savaşı, Ege’nin her iki tarafında da homojen nüfus yaratmak isteyen devletlerin isteklerini gerçekleştirmek için bir vesile oldu.
İki tarafın devletleri bu insanların, Rumlar’ın ve Müslümanlar’ın bir arada yaşayamayacaklarına kanaat getirdiler. Ve bu mübadele fikri doğdu. Kaldı ki, mübadeleyi istemek Yunanistan için görece daha acildi, çünkü İzmir’den Yunan ordusunun kaçışıyla birlikte yaklaşık 800 bin Rum zaten fiilen Yunanistan’a kaçmıştı. Dolayısıyla Yunanistan’ın derdi yeni gelenlere yerleşmeleri için yer açmak olunca, Müslümanlar’ı bu nedenle ülkeden göndermek fikri cazip geldi. Bunun ideolojik altyapısına bakarsak, zaman ulus-devlet çağı idi ve ulus-devlet, farklı etnik köken ve dinden insanları bir güvenlik sorunu olarak görür, bunlardan kurtulmak gerektiğini düşünür. İdeolojik olarak, iki taraf da mübadeleyi uygun gördü.
Defne Sarısoy: Türkiye’ye göçenlerin durumunu ele alırsak, daha çok hangi bölgelere yerleştiler ve geçimlerini nasıl sağladılar? Göçten sonraki dönemde neler yaşandı?
Elçin Macar: Şimdi bu gelenlerin ilk karşılaştıkları sorun; protokol gereği onlara tahsis edileceği belirtilen yerlerin başkaları tarafından ele geçirilmiş olmasıdır. Savaş zamanıydı, Doğu Anadolu’dan Batı’ya göçenler vardı, bunlar Rumlar’ın boşalttıkları evleri ve dükkanları işgal ettiler. Velhasıl göçmenler bir kere böyle bir sıkıntıyla karşılaştılar. Oysa geldikleri topraklarda çok daha önemli miktarda gayrimenkuller bırakmışlardı. ‘Mübadele İmar ve İskan Vekaleti’ adıyla bir bakanlık kuruldu ve bu vekalet doğrudan bu insanların yerleştirilmesi gibi konularla ilgili planlar yaptı ve uyguladı. Esas olarak yerleşilen yerler tabii ki Rumlar’ın boşalttığı yerlerdir; buralar Kapadokya, Ege Bölgesi, Marmara kıyıları, Doğu Trakya, Karadeniz Bölgesi olarak sayılabilir.
Rumlar’ın yaşadığı yerlerde Rumlar’ın bıraktığı işleri Yunanistan’dan ve özellikle Girit’ten gelenlerin devraldığını görüyoruz. Mesela Ege bölgesindeki zeytinyağı işletmeleri, şarapçılık vesaire gibi işler mübadelelerde Türkiye’ye göçenler tarafından devam ettirildiler. Selanikliler diyebileceğimiz bir kesim ki bunlar şehirli bir kültüre sahip oldukları ve eğitilmiş oldukları için daha çok büyük şehirlere, İstanbul ve İzmir’e yerleştiler ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokrasisi içinde eğitimleri sayesinde önemli noktalara geldiler. Ama dediğim gibi bunların dışında kalan kesim, özellikle Karadeniz’e yerleşenler çok sıkıntı çektiler.
Defne Sarısoy: Beraberlerinde getirebildikleri fazla bir mal varlığı yoktu diyebilir miyiz?
Elçin Macar : Doğrudur yoktu. Protokol gereği, taşınabilir olanları getirmek serbestti ama o zamanın teknolojisi ve ulaşım koşulları düşünüldüğünde bu mümkün olmadı. Ancak yükte hafif “pahada ağır” ne getirebildilerse onları getirdiler. Ama şunu da unutmayalım ki, oradan gelen Müslümanlar küçük bir kesim dışında esas olarak köylüdürler ve tarımla uğraşıyorlardı. Dolayısıyla getirebilecekleri menkuller de bununla sınırlı. Tarlasını, evini barkını orada bırakıyor ve buradan karşılığını alması gerekiyor. İşte o karşılıkların alınması sırasında çok büyük sorunlarla karşılaştılar.
Defne Sarısoy: Türkiye’den göçen Rumlar için ne söylenebilir? Onların durumu nasıldı, ne tür koşullarla karşılaştılar?
Elçin Macar: Türkiye, Yunanistan’dan çok daha geniş topraklara sahip bir ülke, bu bir. İkincisi; gidenlerin sayısı gelenlerin sayısından daha fazla olduğu için, Türkiye’de yeni gelenlere yer bulmak çok daha kolay oldu. Aşağı yukarı 400 bin Müslüman’ın geldiğini kabul ediyoruz, buna karşılık 1 milyon 300 bin kadar Rum Yunanistan’a göçtü. Bunun içinde protokol gereği ‘mübadil’ kabul edilen, Yunan ordusunun İzmir’deki yenilgisiyle Yunanistan’a kaçan Rumlar ve resmen mübadil sayılmayan 30-90 bin arasındaki Ermeniler de var.
Mübadele Yunanistan’ı savaştan yeni çıkmış, büyük siyasi çalkantılar ve kralcılar ile ordu yanlıları arasında mücadelenin içinde bir Yunanistan. O zamanki nüfusu aşağı yukarı 4 milyondu, 1 milyon 200-300 bin göçmen de bunun üzerine geliyor, düşünebiliyor musunuz? 3’te 1 nüfustan fazla bir kitleyi Yunanistan’ın bir şekilde yerleştirmesi lazım. Bu yüzden göçmenler uzun yıllar barakalarda, çadırlarda yaşadılar. Yunanistan göçmenlere iskan ve iş sağlamak için çok ciddi yükümlülükler altına girdi ve krediler aldı.
Defne Sarısoy: Bu konuda sizin özellikle Yunanistan’da yaptığınız pek çok araştırma var. Onların bu olaya bakış açısı farklı mı bizimkinden? Mübadele konusunda nasıl bir psikoloji hakim?
Elçin Macar: Temelde gidenlerin çoğu umut bağladıkları bir ordunun yenilgisiyle birlikte kaçarak gittiler. Bunun dışında, çok ilginçtir örneğin 50 bin kişi oldukları tahmin edilen ‘Karamanlılar’ denen bir grup vardır; Kapadokyalılara, Türkçe konuşan Hıristiyanlara bu ad verilir. Örneğin, bunlar Rumca bile bilmiyorlardı. Düşünün ki, gideceğiniz ülkenin dilini bilmiyorsunuz, ama birileri size “senin ülken burası” diyor. Bu insanlar çok sıkıntı çektiler, çok aşağılandılar Yunanistan’da, hatta onlara “Türk tohumu”, “yoğurtla vaftiz edilmiş” dendi. Türkiye ile ilgili ögelerle bezenmiş aşağılayıcı bir üslupla karşılaştılar. Bu yakın zamanlara kadar böyle kaldı.
Aslında bu bir travma. “Kaybedilmiş topraklar”, “kaybedilmiş vatanlar” söylemi çok yaygındı Yunanistan’da. Sürekli bir özlem, bir gün oraları tekrar görmek özlemi, bazıları için ele geçirme rüyası ve kimi siyasiler için politik bir malzeme oldu. Artık göç edenlerin torunları olan üçüncü kuşak biraz daha soğukkanlı, daha bilimsel, daha bireysel bir merakla bu konularla ilgilenebiliyorlar. Örneğin Türkçe öğrenmek çok yaygın Yunanistan’da, Türk müziği çok yaygın, müzikle çok yakından ilgileniyorlar. Anneannenin, dedenin, babaannenin yakınarak anlattıkları ve çocukların da dinlemekten sıkıldığı konular, bugün biraz daha o duygusallıktan, kandan vahşetten arındırılarak daha soğukkanlı konuşulabiliyor, müzakere edilebiliyor.
YUNANLILAR SÖZLÜ BİR TARİH OLUŞTURDULAR
Türkiye ile Yunanistan’ın temel farkı şu noktada ortaya çıkıyor: Yunanistan bir kere bu konuda araştırmalar yapan çok güzel bir merkez kurdu 1930’da, Küçük Asya Araştırmaları Merkezi. Merkez, Kültür Bakanlığı’na bağlı özerk bir kurum. 1930’lardan beri mübadillerle görüşmeler yaptılar, röportajlar yaptılar, eli kalem tutan öğretmen, tüccar, papaz gibi insanlara anılarını yazdırdılar. Böylece zannediyorum 140 – 150 bin sayfalık bir arşiv oluşturdular, sözlü bir tarih bu ve çok ciddi bir birikim. Bu sayfalarda Müslümanlar’la nasıl ilişkileri vardı, devletle ilişkileri nasıldı, savaşta neler yaşadılar, Yunanistan’a nasıl ulaştılar, Yunanistan’ın içinde neler yaşadılar gibi soruların yanıtları bulunuyor. Çok ciddi bir arşiv malzemesi çıkmış ortaya,Yunanlılar da bunu çok güzel değerlendiriyorlar.
Türkiye’de böyle bir şey olmadı. Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi; “Çok şükür vatanımıza kavuştuk” psikolojisi. Türkiye’de özellikle 1930’lara hakim olan Türklük politikası, “Türkiye’de yaşayan herkes Türktür” anlayışı. Bu farklılıkları konuşmak, birinin köklerinin başka topraklarda olması, örneğin Giritliler Türkçe bilmezlerdi, Yunanca konuşularlardı, tıpkı buradan giden Karamanlıların Yunanca bilmemesi ve Türkçe konuşması gibi. Bu farklılıklar bastırıldı ve o dönemin atmosferi içinde yutuldu, pek konuşulmadı.
İkincisi, bu konuların gündeme gelmesini sağlayan toplumun refahı konusu. Yunanistan Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra bu konulara finansman ayırabildi. Aynı zamanda küreselleşmenin de getirdiği bir kimlik arayışı bu, “ben kimim”, “nereden geliyorum”, “dedem kimdi”, “nerede yaşıyordu” gibi sorular belli bir refah düzeyi tutturulduktan sonra akla geliyor. Türkiye’de biz hala ekmek peşinde olduğumuz için bu konulara kafa yoracak vaktimiz kalmıyor. Sonra, “bu konulara para nereden bulunabilir” sorusu var.
Defne Sarısoy: Yani Türkiye’ye göçen Türkler arasında vatanlarından “kopartılma” duygusundan ziyade “kurtulma”, “vatana, bayrağa kavuşmuşluk” psikolojisi hakim.
Elçin Macar: Esas olarak öyle. Osmanlı’nın mirası olarak, Osmanlı’nın kaybettiği topraklardaki Müslümanlar’ın yaklaşık belki de 100-200 yıl sürmüş bir göçüdür bu. Mübadele bunun nihayetiydi. Dolayısıyla o hakim psikoloji de gerçekten böyleydi. “Kurtulduk”, Türk bayrağının altında yaşamaya geldik” mantalitesi yaygındı göçmenler arasında.
Defne Sarısoy: Mübadelenin 80’inci yılı olması nedeniyle 7-8 Kasım tarihlerinde İstanbul’da bir sempozyum düzenlenecek. Bu sempozyumda nasıl ele alınacak bu konu?
Elçin Macar: Bu sempozyumu Lozan Mübadilleri Vakfı düzenliyor. Lozan Mübadilleri Vakfı esas olarak üçüncü kuşağın, mübadil torunlarının girişimleriyle Türkiye’de kurulmuş bir vakıf. Doğrudan kendisi mübadil olan birkaç kişi kaldı bu vakıfla ilgilenen. Ama onların çocukları ve torunları daha çok etkinler. Daha önce belirttiğimiz gibi, üçüncü kuşakta geçmişe dönük ciddi bir ilgi var, “biz nereden geliyoruz” sorusu bu kuşağın kafasını meşgul ediyor. Bu kimlik arayışı çerçevesinde şimdi böyle bir sempozyum düzenlediler. Sempozyumun amacı şu: mübadelenin 80’inci yılını değerlendirmek ve mübadele çalışmalarına yeni bir bakış açısı getirmeye çalışmak. Türk ve Yunan katılımcılar var. Yunan katılımcıların çoğu aslında Yunanistan’da da konuya eleştirel bakan bilim adamları. Türkler için de aynı yorumda bulunabilirim. Mesela bir oturum; “Lozan öncesi ve sonrasında Azınlıklar” üzerine, bir diğeri “Millet Kültürü” üzerine olacak. Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen zannetmeyelim ki Yunanistan’ın bu konulara karşı tam anlamıyla açık olduğunu. Örneğin, ülkede bir Türk azınlığın olduğunu konuşmanın o kadar da basit bir şey olduğunu zannetmeyin. Azınlıklarla ilgilenen bir merkezden de 3-4 tane katılımcı geliyor. Sempozyumun farklı bir açılım getireceğine inanıyorum. Örneğin bir oturum tamamen “Mübadelenin Türk ve Yunan Edebiyatındaki yansımaları” üzerine.
Defne Sarısoy: Bu bakış açısı mübadele ile ilgili araştırmalar için yeni bir açılım getirecek diyebilir miyiz? Medyada yer aldığı şekliyle mübadele daha çok kişisel göç öyküleri ile anılıyor.
Elçin Macar: Evet, aslında bireysel hatıralar tarzı çalışmalar Yunanistan’da çok yaygındı. Hassasiyeti nedeniyle konu aslında “vatan-millet-sakarya” ile sınırlıydı bugüne kadar. Ama artık bunun ötesine geçen, biraz daha bilimsel çalışmalar çıkmaya yavaş yavaş başladı. Bu nedenle, bu sempozyum mübadele çalışmaları için bir dönüm noktası olacak diye düşünüyorum. Çok geniş katılımlı, çok farklı başlıklarla güzel bir sempozyum olacak. Son oturum, “80’inci yılında Mübadele” başlığında bir yuvarlak masa olacak ki burada önemli sonuçlara ulaşılacağını zannediyorum.
Defne Sarısoy: Araştırmacılara yönelik bilimsel tartışmaların yanı sıra, hakikaten değişik bir perspektiften, bugünün kuşaklarına mübadelenin öyküsüyle ilgili bir mesaj çıkacak mı bu sempozyumdan?
Elçin Macar: Konuya yavaş yavaş ilgi duyan daha genç öğrencilere ve araştırmacılara yeni bir ufuk açacaktır diye düşünüyorum. Bugüne kadar mübadele araştırmaları hiç bu kadar ayrıntılandırılmamıştı. Örneğin mübadele sonrası kültürel mirasın korunması, Rumlar’ın burada bıraktıkları ve Müslümanlar’ın orada bıraktıkları gibi konulara değinilecek. Kanımca bu mimarlık ve sanat tarihçisi öğrencileri için çok önemli bir açılım getirecektir ve bu vakfın bir çekim merkezi haline gelmesini sağlayacaktır.
Defne Sarısoy: Türkiye’de bu yönde yeni bir vakıf ya da araştırma merkezi kurulmasıyla ilgili bir girişim var mı?
Elçin Macar: Görüldüğü kadarıyla ne yazık ki yok. Umarım Lozan Mübadilleri Vakfı böyle bir projeyi gündeme getirir ve bunun da maddi olanaklarını bulunabilirse, bunu yapabilecek tek kurum olarak gözüküyor. Daha önceleri genel faaliyetler 15 günde bir toplanıp sohbet etmekten fazla öteye geçemiyordu. Ama son yıllarda yavaş yavaş vakfın işlevi değişmeye başladı, bazı belgesellere destek vermeye başladılar. Midilli’den Türkiye’ye göçenleri konu alan, güzel bir Midilli belgeseli çıktı ortaya.
Bu tür vakıfların değerini anlamak açısından size, Türkiye’de mübadele gibi tarihi olaylara bakış açısını ufak bir olayla anlatmaya çalışayım. Girit’ten gelen mübadiller yanlarında kayıt defterlerini, eski kayıt sicillerini, nüfus kayıtlarını, cemaat defterlerini getirdiler. Sonra bunlar kayboldu. Bundan birkaç yıl önce İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün arşivinde bir duvar çöktü, sonra bir baktılar ki, o duvarın arkasından bu defterler çıktı. Birisi o defterlerin üzerine bir duvar örmüş, unutmuş gitmiş, duvarın örülmesiyle beraber koca bir tarih de unutulmaya yüz tutmuş.
Defne Sarısoy: O defterler açıldı mı?
Elçin Macar: Bu kayıtların Osmanlıca’dan deşifresi üzerinde çalışılıyor. Ama çok fazla malzeme var, birilerinin oturup ortaya çıkarması gerekiyor; uzun zaman alacak bir proje şüphesiz. Asıl mesele ise şu; bu tesadüfen ortaya çıkan defterler bir yana, kurtarılmayı bekleyen, nerede oldukları henüz bilinmeyen diğerleri neredeler?
Yorumlar kapatıldı.