Etyen Mahçupyan
Hayalimizde kendimizle ilgili oluşturduğumuz imajın en yakıcı noktalarından biri, herkesçe sevilmesek bile takdir edilmemiz. Bazıları bunun Osmanlı’nın adil yönetiminden kaynaklandığını düşünmekte. Başkaları ise laik cumhuriyetin yaratılmasına bağlamakta. Ne var ki takdir edilmek kendimize ilişkin kanaatimize değil, başkalarının bizi nasıl gördüğüne bağlı. Ve burada her iki cenahta da sorun var…
Osmanlı’yı adil bulan bizleriz, başkaları pek de öyle düşünmüyor. Yüzyıllar süren yönetim bizim için sistemin adaletinin bir nişanesi olarak gözükse de; o yönetim altındaki toplumlar, bunu çoğunlukla kerhen katlanılmış bir esaret süreci olarak yaşamışlar. Bugün hâlâ komşularımıza adalet ve barış götürmekten söz ediyor; içerdeki azınlıklara ise, onları bir yandan bürokratik kurallarla ezerken, hoşgörü sunduğumuzu sanıyoruz. Ne var ki bu yaklaşım başkalarını kendisiyle eşit görmeyen bir ruh halinin, tepeden bakan kibirli bir anlayışın uzantısı. Söz konusu tutumun muhataplarınız tarafından algılanmadığını sanmak, hele onların da sizi ‘büyük, olgun bir abi’ gibi gördüklerini düşünmek ise en hafif tabirle naiflik.
Özellikle doğuya doğru etkili olduğunu varsaydığımız Osmanlı imajı, Batı’ya dönüldüğünde yerini laik cumhuriyet imajına bırakmakta. Ama burada da aynı sorun var… Bizim kendimizi laik olarak görmemiz, Batılı toplumların bizi beğenmesi için yeterli olmuyor. Çünkü laiklik de zihniyete göre farklı biçimler alabilmekte ve Türkiye’deki gibi otoriter laiklik modellerinin Batı toplumları nezdinde takdire şayan bulunması mümkün değil. Dahası, Türk tipi laikliğin Türkler için iyi bir çözüm olduğunu söyleyen Batılılar gerçekte bizi aşağılamış oluyorlar. Aynen bizim Doğu toplumlarına bakışımızda olduğu gibi; onların da bu yaklaşımında bariz bir kibir mevcut. Zihniyet farklılığını görmezden gelerek, Batı’nın bizi laik olduğumuz için takdir edeceğini sanmak ise neredeyse mizahi bir durum.
Irak meselesi gündeme geldiğinden beri benzer naiflikler daha açıkça seslendirilmeye başlandı. Bir yanda Irak’a barış ve istikrar götürme heveslisi bir muhafazakar bakış; diğer yanda aynı Irak’a çağdaşlık ve modernliğe geçmesi için Türk modelini sunma hevesi içinde olanlar. Ortak yanları ise tabii ki önce bir biçimde oraya gitmek… Ancak mesele dallanıp budaklandıkça her iki söylem biçiminin de gerçekte kendimizi avutmak üzere ürettiğimiz bir cila olduğu ortaya çıkmakta. Gerçekte iki temel kaygu var: ABD ile iyi geçinerek IMF yardımını garantiye almak ve Kuzey Irak’taki Kürt özerkleşmesini engellemek. Diğer bir deyişle Türkiye’nin kendisine ilişkin imajı bile, gerçekte faydacı ve çıkarcı bir dünya görüşünün aracı konumunda. Türkiye AB yolunun ima ettiği değişime direndiği için bugün ABD’nin kucağında… Aynı direnç demokratikleşmeyi engellediği ölçüde de, Kürt meselesi bugün hâlâ çözülememekte. Kısacası Türkiye dünyanın değişen zihniyetine adapte olamadığı için sorunlarını kangren etmekle kalmıyor; dış politikada da kendisini yalpalamak zorunda bırakan darboğazlara mahkûm ediyor.
Türkiye kendisi için ne kadar barış ve istikrar üretebilmiş ki bunları Irak’a götürebilsin? Böyle bir iddiayı ne Iraklıların ne de Batılıların ciddiye almaları mümkün mü? Irak bir milli piyango değil; çünkü harcamanız bilete verdiğiniz parayla sınırlı kalmayacak. Sonuçta kendi paranızla ve canınızla rezil olmak da var… Öte yandan Kürt özerkleşmesinin önlenemezliği bir yana, Türkiye kendi sınırları dışındaki bu halkın istediği gibi yaşama iradesini bile bugün hazmetmekte zorlanıyor. Diğer halkların kaderini kendi beceriksizliklerin diyeti olarak kullanmaya hevesleniyor. Bizi niye istesinler ki?
Yorumlar kapatıldı.