TÜRKİYE ERMENİLERİNİN
SORUNLARINA GENEL BİR BAKIŞ
ERMENİ PATRİKLİĞİ
İSTANBUL, EYLÜL 2003
SUNUŞ
Türkiye’de yaşayan azınlıklar ilk kez Lozan Antlaşması’nda resmen tanımlanmış, ancak bu antlaşma uyarınca azınlık haklarına yönelik olarak düzenlenmesi öngörülen yasalar o tarihten bu yana oluşturulamamıştır.
Azınlıklarla ilgili konular kimi zaman karmaşık ve çelişkili bürokratik uygulamalarla çözümsüzlüğe itilirken, kimi zaman da hukuk devleti ilkelerine aykırı, “bir defaya mahsus ve emsal teşkil etmemek üzere çıkarılan” genelgelerle sorunlar geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu alanda atılacak adımlar bazen iç politikadaki günlük, kısır çekişmelere kurban edilirken, bazen de Türkiye’nin dış komşularıyla ilişkilerindeki birtakım gelişmelere endekslenebilmiştir.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki uyum yasalarına ilişkin düzenlemeler esnasında, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, 4771 ve 4778 sayılı yasalarla bazı hukuki düzenlemeler yapılmış, ancak bürokrasi, azınlığı “potansiyel suçlu” görme inisiyatifini burada da kullanarak çıkarttığı yönetmeliklerle yasal düzenlemeleri uygulanamaz hale getirmiştir.
Bugüne dek süregelen çözümsüzlüğün, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan Lozan’a, taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, Kopenhag Kriterleri’ne ve azınlık haklarına ilişkin benzeri evrensel tanımlara aykırı olan hukuk dışı uygulamaların temelinde, azınlıklara “yabancı” ve “potansiyel suçlu” gözüyle bakan yaklaşım yatmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermeni azınlık, ülkedeki diğer azınlıklar gibi, “salt azınlık olmaktan kaynaklanan” çeşitli sorunlarla boğuşmakta, kimi zaman en temel insani haklarından mahrum kalmaktadır. Oysa Türkiye Ermenileri de, tıpkı diğer vatandaşlar gibi bu ülkenin öz vatandaşlarıdır; vergi vermekte, askere gitmekte, TC kimliği taşımakta, oy kullanmaktadır. Doğduğu topraklarda keyifle ömür sürmek, çocuklarını kendi okuduğu okulda yetiştirmeyi arzulamak, öldüğünde anne ve babasının yanına gömülmeyi istemek her yurttaşın hakkıdır.
Bu dosyada Türkiye Ermenilerinin mevcut başlıca sorunlarına ilişkin özet bilgiler bulacaksınız.
Bu sorunları irdelemek , kaynağını araştırmak ve çözüme kavuşturmak amacıyla ortak bir çalışma gruplarının oluşturulması halinde, tüm gücümüzle bu çalışmalara katılma azim ve iradesine sahip olduğumuzun bilinmesini de isteriz.
PATRİKLİK
Fatih Sultan Mehmet zamanında ihdas edilen Türkiye Ermeni Patrikliğinin geçen zaman içinde tabi olduğu ve 1863 Nizamnamesiyle son halini alan statüsü Lozan Antlaşmasının imzalanmasından sonra dahi bir güncellemeye tabi tutulmamıştır.
Bu nedenle halen yürürlükteki uygulamanın güncellenmesi için yasal veya idari bir düzenlemenin yapılması gerekmektedir.
HRİSTİYAN DİN ADAMI YETİŞTİRİLMESİ ve EĞİTİMİ
Türkiye genelindeki Ermeni kökenli hristiyan vatandaşlarına normal din hizmeti verebilmek için altmışa yakın din görevlisi, ermeni azınlık okullarında din dersi eğitimi vermek üzere de yirmi kadar din dersi öğretmenine ihtiyaç varken, halen sadece onsekiz din görevlisi bulunmakta , uzman din dersi öğretmeni ise bulunmamaktadır.
Din adamı eğitimi ve yetiştirilmesi sorunu tüm hristiyan azınlıkları ilgilendirmektedir. Yukarıda belirtilen , Ermeni cemaatinin din adamı konusundaki olumsuz tablosu ,tüm hristiyan cemaatleri için söz konusu olduğuna göre Devletin bir an önce bu konuda olumlu bir adım atmasının elzem olduğu kanaatindeyiz.
Devletin diğer konularda olduğu gibi bu konuda da oluşturulacak çalışma grubunda birlikte çalışmağa amade olduğumuzun bilinmesini isteriz.
CEMAAT VAKIFLARI
Türk Devleti, Lozan Antlaşması’nın hemen ardından, gayrimüslim azınlıklara ilişkin olarak birçok alanda yasal düzenleme yapmak zorunda olduğu halde, 1935 yılına kadar bu konuda hiçbir şey yapılmamıştır. Gayrimüslim azınlıklara ilişkin ilk ifade, 1935 tarihli 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun içinde yer bulmuştur. Ancak bu kanun ve buna bağlı çeşitli tüzük ve yönetmeliklerde gerekli düzenlemeler yapılmadığı için sorunlar çözüme ulaştırılmamıştır.
Vakıfların genel sorunlarından başlıcaları şunlardır:
a) Vakıf yöneticilerinin seçim esaslarındaki belirsizlik.. Halen cemaat vakıflarına yönetici seçimi, cemaatin bu husustaki örf ve adetlerine göre ve hiçbir yazılı kurala bağlı olmaksızın, yapılmasından dolayı her defasında bürokrasinin keyfi düzenlemeleri doğrultusunda gerçekleşmektedir. Bu nedenle göreve gelecek yönetici adaylarıyla oy kullanacak seçmenler ikametgah esasına göre saptanmakta, bu durum, bugün yerleşim alanlarının kıyısında kalmış, nüfusunun büyük çoğunluğunu yitirmiş tarihi semtlerde sorun yaşanmaktadır.
b) Uyum Yasalarından olan 4771 ve 4778 sayılı Yasalarla Cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmesi ve bu taşınmazlarının üzerinde tasarrufta bulunması yolundaki yasal düzenlemedeki bazı hükümlerle bireylerin kendi taşınmazını dilediği kuruma bağışlama ve vasiyet etme hakları kısıtlanmaktadır.
c) Yine 4771 ve 4778 sayılı Yasalarla cemaat vakıflarının bugüne kadar tasarrufları altında bulundurdukları taşınmazları kendi adlarına tapuda tescil ettirebilmelerine dair getirilen imkan , bürokrasi tarafından yönetmelik ve vakıflar meclisi kararlarıyla daraltılmakta ve engellenmektedir.
d) Cemaatin, kendisine ait vakıf mallarının kullanımı üzerinde ortak bir kontrol ve denetim mekanizması bulunmadığından mevcut taşınmazların rasyonel bir şekilde değerlendirilmesi mümkün olamamaktadır.
Bugüne dek azınlık vakıflarına ilişkin bir tüzük veya yönetmelik hazırlanmaması ve bu vakıflara kısmen Mülhak Vakıflar Tüzüğü’nün uygulanması nedeniyle sayısız sorun yaşanmaktadır. Belirli miktarı aşan tamiratlar ve avukat görevlendirme yolunda Vakıflar genel Müdürlüğünden izin alma Bakanlık genelgeleriyle ortadan kaldırılmasına rağmen , paralarını belli bankalarda nemalandırma, satılan veya kamulaştırılan taşınmaz malların bedellerinin ilgili vakfa verilmeyip Vakıflar Bankasında bloke edilmesi yolundaki uygulama devam etmektedir.
Belediyeler onarım konusunda ruhsat vermek için Vakıflar Müdürlüğü’nden izin belgesi istediklerinden onarım ve tadilat işlerinin yapılması yine Vakıflar Müdürlüğünün iznine bağlı kalmaktadır. Dolayısıyla, genelgelere rağmen cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunan binalarla ilgili esaslı bir tamirat veya tadilat girişimi yine Vakıflar Genel Müdürlüğünün iznini gerektirmektedir. Bu durum kanun koyucunun 4771 ve 4778 sayılı Yasalarla getirilmesi istediği kolaylık ve iyileştirme amacına ters düşmektedir.
Yine Vakıflar Yasası’na göre, cemaat vakıfları yöneticilerinin seçimle işbaşına geleceği açıkça belirtilmiştir. Buna karşın, bu seçimlerin nasıl yapılacağını düzenleyen bir yönetmelik bulunmamaktadır.
Aynı yasada, öngörülen bir yönetmelik çıkarılmadığından vakıfların nasıl ve kim tarafından denetleneceği belli değildir. Bu yönetmelik çıkarılmadığı için denetim, gizli birimler tarafından yapılabilmektedir. Devletin istihbarat birimleri, cemaat vakıflarının işleyiş ve denetiminde birinci derecede görev üstlenmişlerdir. Vakıflar, devletin Ermeni vatandaşlarına sunmak zorunda olduğu din hizmetleri, eğitim ve sağlık gibi bazı alanlardaki yüklerini önemli ölçüde azalttıkları halde, “hayır kurumları” olarak değil, “potansiyel suç odakları” olarak görülmüştür. Hayatiyetlerini sürdürebilmek için yeni taşınmazlar edinebilmeleri engellenmiş, edindikleri taşınmazlar ellerinden alınmış, istimlak edilen taşınmazların bedelleri Vakıflar Bankası’nda bloke edilerek yeni bir mülk alımına izin verilmemiş, binalara tamirat izni verilmeyerek çürümeye terk edilmiş, halk tarafından seçilen yöneticilere seçim bölgesinde oturmadığı gerekçesiyle belge verilmemiş, “hayri hizmeti kalmamıştır” denilerek bazı cemaat vakıflarının zaptı yoluna gidilmiştir.
Dosyamız ekinde, bu tür uygulamalara örnek teşkil eden belgeler yer almaktadır: Bunlardan biri, İstanbul Valiliğinin Kartal Ermeni Kilisesi ile ilgili idari bir davada verdiği cevaptır. Bu cevapta, Ermeni cemaatine ait vakıfların seçim işlerinin nasıl yürütüldüğü açıklanmaktadır. Diğeri ise bir dava dilekçesidir. Bu dilekçede, Hazine’nin Azınlıklar Tali Komisyonu’nun emri ile bir cemaat vakfı aleyhine dava açtığı açıkça görülmektedir.
Gümüşyan Vakfı ile ortak cemaat vakıflarından olan Surp Haç Ermeni Lisesi Vakfnın sorunları ise özgün nitelikleri nedeniyle bu dosyada bilhassa yer almışlardır:
SURP HAÇ ERMENİ LİSESİ VAKFI SORUNU
Surp Haç Ermeni Lisesi Vakfı’nın, 1953 yılında bir cemaat vakfı olarak kuruluşu devlet tarafından resmen tanınmıştır. Bu okul vakfı yöneticileri, senelerce cemaat mensuplarının oyuyla seçilmiş, 1980’li yıllara kadar bu yönetimlerin yasal olduğu İçişleri Bakanlığınca kabul edilip kendilerine Valilikçe belge verilmiş, satın aldıkları gayrı menkulleri Valilikten aldıkları belgelerle vakıf adına tapuya tescil edilmiştir. Ancak 1980 yılından sonra, bu kurumun vakıf statüsü taşımadığı öne sürülerek yeni yönetim seçimlerine izin verilmemiştir. Bu kurumun yasal varlığının bir şekilde belirginleşmesi için cemaat temsilcilerinin defalarca devletin ilgili birimlerine yapmış oldukları girişimler bir sonuç vermemiştir. Nihayet Mayıs 2003 tarihinde Hazine, Surp Haç Lisesi Vakfı aleyhine, vakfın tüzel kişiliğe sahip olmadığı gerekçesiyle, edindiği malların Hazineye devredilmesi istemiyle bir dava açmıştır. Dava gerekçesi ise “ülke güvenliği açısından azınlık faaliyetlerinin kontrolü” ile görevli İçişleri Bakanlığı Azınlıklar Tali Komisyonu’nca alınan karara dayandırılmıştır. Kuruluşunun 50. yılını kutlayan, bugüne kadar yüzlerce mezun vermiş, cemaatin gözbebeği, saygın bir eğitim kurumunun mağdur edilmemesi gerekir.
GÜMÜŞYAN VAKFI SORUNU
Ohannes Gümüşyan Vakfı 1322 tarihinde onaylanan ve tescil edilen bir vakfiye ile kurulmuştur. Bu vakfın yönetimi vakfiyesine göre günün İstanbul Ermeni Patriği’ne aittir
1970 yılında Vakıflar İdaresi “bir vakfın yönetimi bir makama şart edilimiş olamaz” gerekçesiyle vakfa el koymuştur. Ancak Danıştay, vakfın yönetiminin bir makama değil de günün Ermeni Patriğine bırakıldığını ve Patrikliğin bir makam olmadığından günün Ermeni patriğinin bu vakfın mütevellisi olduğu hususunu kesin hükme bağlamıştır.
Buna rağmen 2001 yılında, vakfın mütevellisi, günün Ermeni patriği Mesrob Mutafyan, Patrikhanenin gereksinimini karşılamak amacıyla Gümüşyan Vakfı adına bir gayrı menkul satın almak ve tapuya tescil ettirebilmek için Vilayetten bir belge istemiştir.
Ancak Valilik, vakfın kuruluş tarihinden tam 65 yıl sonra, kesinleşmiş Danıştay kararına rağmen, Ohannes Gümüşyan Vakfı’nın mütevellisinin Patrik olamayacağını, mütevellinin seçilmiş kişi olması gerektiğini, din adamlarının vakıf yöneticisi olamayacaklarını ileri sürerek belge talebini reddetmiştir.
EĞİTİM VE OKULLAR
Lozan Antlaşmasının 37 – 45. maddeleri azınlıklara ait okulların kuruluşunu açık bir biçimde düzenlenmiştir. Ancak azınlık okulları Vakıflar Yasası’nın içerisinde, cemaat vakıflarının bünyesinde bir kuruluş olarak kabul edildiğinden, vakıflara ilişkin sorunlar cemaat okullarını da doğrudan etkilemektedir.
Cemaat okullarındaki başlıca sorunlar şunlardır:
a) Okulun öğrenci kabulünde çıkartılan zorluklar,
b) Azınlık okullarına atanan başmüdür yardımcılarının statüsü,
c) Dil ve din dersi öğretmeni yetiştirilmesinin önündeki engeller,
d) Çeşitli nedenlerle kapanan okullara ait boş binaların değerlendirilememesi,
e) Uygulanan müfredatın ve ders kitaplarının bir bölümünün uygunsuz olması.
Ülkemizde, azınlık okulları söz konusu olduğunda, eğitim ve öğretim alanında fırsat eşitliğini öngören temel yasalara aykırı bazı düzenlemeler bulunmaktadır.
Anayasamızın 66. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür. Ancak anayasanın bu hükmüne karşın, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan azınlık cemaati mensubu eğitmenler, Milli Eğitim Bakanlığınca Türkçe ve kültür dersi öğretmeni olarak atanmamaktadırlar. Azınlık okullarına atanan müdür başyardımcıları, kültür dersleri veren devlet memuru öğretmenler arasından seçilmekte, müdür başyardımcıları her zaman azınlık değil, “Türk” kökenli olmaktadır. Müdür baş yardımcıları aynı zamanda, okul müdürünün varlığına rağmen, yönetmelik gereğince ilk sicil amiri olmaktadır. Oysa söz konusu uygulama, yabancı ülkeler tarafından Türkiye’de kurulmuş olan okulların Türkçe bilmeyen okul müdürlerine yardımcı olmaya yöneliktir. Bu uygulamayla birer Türkiye Cumhuriyeti kurumları olmalarına rağmen azınlık okulları yabancı okul statüsünde kabul edilmekte ve ayrımcılığa tabi tutulmaktadırlar.
Nüfus ve Vatandaşlık Yasası hükümlerine göre nüfus kayıtlarında kişinin diğer temel kimlik bilgileri yanı sıra sadece dini yazılmaktadır, hristiyan, müslüman gibi. Azınlık okullarında, okul hangi azınlık gurubuna ait ise, sadece o azınlık grubuna mensup kişilerin çocuklarının okumasına müsaade edilmektedir.
Daha önce Sicilli Nüfus Yasası yürürlükte iken bu ayırım nüfus kayıtları ile yapılmaktaydı. Bugünkü yasal düzenlemede mezhep ayırımı bulunmamasına rağmen, nüfus idarelerinde gizli siciller tutularak Hıristiyanlar mezheplerine göre ayrılmaktadır. Öte yandan, belli bir dini veya mezhebi seçmek, tartışmasız kişinin kendisine ait bir haktır. Katolik olarak doğan bir kişi ileride Protestan mezhebini seçebilir.
Bu okullara öğrenci kaydı, kurulan müfettiş guruplarından binbir meşakkatle elde edilen olur yazısıyla gerçekleşmekte. Velayete ilişkin anne baba arasındaki eşitsizlik kaldırılmış olmasına rağmen bu husus kayıt işlemlerine yansıtılmamakta ve kendisini o cemaat mensubu gören ve çocuğunu azınlık okulunda eğitim görmesini isteyen veli talebi reddedilmektedir.
Lozan Antlaşması’nın azınlıkları sadece dini azınlıklar olarak tarif ettiği devletçe kabul gören bir gerçeklik olduğuna göre, öncelikle nüfus kimliğinde Hıristiyan yazan herkesin bu okullarda okumasının önünde bir engel bulunmamalıdır. Kaldı ki, çocuğun anne veya babasından yalnızca biri Hıristiyan olsa bile, çocuk ailesinin dilediği okulda öğrenim görebilmelidir.
EĞİTİMDE ERMENİ DÜŞMANLIĞI
Ders kitaplarında ve öğrencilere önerilen kitaplarda Ermeni düşmanlığı yaratmaya, kin ve nefret duyguları uyandırmaya yönelik sistematik bir çaba görülmektedir. Bu durum, geleceğin yetişkinlerinin Ermenilere karşı olumsuz önyargılarla dolmasına neden olurken, asıl olarak, kendinden olmayanı dışlayan, ırkçı ve sevgisiz bir neslin gelişmesine kaynaklık edecektir.
İlköğrenimden başlayarak tüm ders kitaplarındaki Ermeni düşmanlığını körükleyen, hem ulusal, hem de uluslararası yasalara aykırı olan bölümlerin ayıklanması gerekirken, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı şaşırtıcı bir genelge yayınlamıştır: 14 Nisan 2003 tarihli genelge, ilköğretim kurumlarından “Ermeni iddialarının asılsız olduğu” temasını işleyen konferanslar gerçekleştirilmesini, ortaöğretim kurumlarında ise “Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni İsyanı” konulu bir kompozisyon yarışması düzenlenmesini öngörmektedir. Bu genelge açıkça hukuka, Milli Eğitim Temel Kanunu’na ve Uluslararası sözleşmelere aykırı olmakla kalmamakta, aynı zamanda çocukların ruhsal sağlığını bozucu , kişiliklerini, düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyici ve sakatlayıcı bir nitelik de taşımaktadır.
Yorumlar kapatıldı.