İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

aksiyon: Turizmciye “teoloji” dersi

Muhsin Öztürk – m.ozturk@aksiyon.com.tr

Bir süredir Misak—ı Milli sınırları dahilinde mevcut olan çeşitli dinlerin ‘mübarek’ merkezlerinin varlığını dünyaya nasıl duyurabiliriz, gelen turiste nasıl yaklaşabiliriz çalışmaları yapılıyor. Din adamları ile turizmciler kafa kafaya verip, ‘inanç turizmi’nin önündeki engelleri tartışıyor

İnanç turizminin Türkiye için paradoksal bir anlamı var; zaman zaman Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi algılanabilen bu durum, yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkenin toprakları içinde var olan Hıristiyan değerlerinin yine Hıristiyanlara ‘anlatılması’, turistik anlamda ‘satılması’ anlamına geliyor. Yıllardır inanç turizminin içinde olan Nevzat Yücel’e göre aslında bu tuhaf bir durum olmakla birlikte bize uzak bir kavram değil. Yani “başkalarının değerlerini sanki kendi değerleriymiş gibi” sahiplenme Osmanlı’nın toplumsal birliği ve barışı sağlama sürecine dikkat kesilmiş olanların aşina olduğu bir uygulama. Türkiye’de kültür turizminin bir alt başlığı olarak ele alınan inanç turizminin dinler arası diyalog paralelinde gelişmesi, son 5—6 yıl içerisinde gelişen diyalog ortamıyla birlikte daha fazla gündeme gelmesine neden oluyor. Dinler arası diyalog din ve vicdan hürriyeti, toplumsal huzur kadar, inanç turizmine doğrudan katkı sağlayan ‘ticari’ sonuçları olan bir olay aynı zamanda.

Geçtiğimiz haftalarda Kuşadası’nda “İnanç Turizmi Günleri” başlığı altında düzenlenen 2—3 günlük sempozyumun görünen aktörlerinin turizmciler kadar Bartholomeos, Mutafyan gibi Türkiye’deki gayrimüslim dini cemaat liderlerinin olması, toplantıya TÜRSAB ve Diyanet İşleri Başkanlığı imzasının atılması, sanat tarihçileri kadar belki daha fazla ilahiyat profesörlerinin sözünün dinlenir olması ‘ticari’ bir olgunun nasıl bir toplumsal mutabakat süzgecinden geçerek olgunlaşacağı ve bilgiye olan ‘yalın’ ihtiyaç konusunda bir fikir veriyor. Evet bu kültürel bir ‘ticaret’ fakat kendine özgü anlayışı, bilgisi ve süreçleri var. Bunu en iyi Marmara İlahiyat Fakültesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Ömer Faruk Harman’ın bir seminer faaliyetinden aktardığı gözlemlerde görüyoruz. Harman, Türkiye Turizm Rehberleri Odası’nın düzenlediği ve üyelerine katılma zorunluluğu getirdiği seminerlerde bir süredir, ‘teoloji’ ve ‘dinler tarihi’ konularında dersler veriyor. Seminer salonunu dolduran yüzü aşkın dinleyenin “Peygamber’in kabri nerededir?” gibi çok basit konularda bile yeterli bilgiye sahip olmadıklarını gözlemlediğini söylüyor. Zaten Rehberler Odası tam da bu nedenle bu seminerleri düzenliyor. Turizmci Nevzat Yücel’e göre dinler tarihi gibi işin felsefesini, dini boyutunu bilen rehber az. “Rehberler daha çok yapılanlarla ilgili bilgiye sahipler.” 20 yıl Rehberler Odası başkanlığını yapan sabık başkan Tolon Sökmen her ne kadar bu seminerlerin oda için bir kazanç kapısına dönüştüğünü iddia etse de kendi dönemlerinde de yurtiçi ve yurtdışını kapsayan ‘hizmet içi’ seminerlerin her zaman yararlı olacağını söylüyor. Sözgelimi sadece Türkiye sınırları çerçevesinde inanç turizmi faaliyeti yürüten bir rehber bile Hıristiyan kültürünün önemli merkezlerinin Suriye, Kudüs ve Yunanistan’daki yerlerini görmüş olmak ve bilmek durumundadır. Aynı şey yabancı turistlere islami yapıları gezdirenler için de geçerli; islam kültürünü, tarihini ve dini literatürü bilmeleri gerekiyor. İnanç turizmi “güneş, kum, deniz” turizminden farklı olarak ciddi anlamda bilgiyi gerektiriyor ve turizmciler ilahiyat hocalarının verdiği seminerlerle bu eksiği gidermeye çalışıyorlar.

Bilgi saygıyı, saygı bilgiyi…

Mevzu ‘bilgi’ye dayandığı kadar belki daha fazla saygıya dayanıyor. İnanç hassas bir konu ve mimari açıdan hiçbir anlam ifade etmeyen bir yapı ‘inanç’ açısından eşi benzeri olmayan bir değere sahip olabiliyor. Bilgi yeterliliği kadar ‘saygı’ yeterliliği de önemli. Doğrusu inancını yaşama konusunda ‘saygı’ görmeyen Müslümanların yaşadığı bu ülkede Hıristiyanlara ya da mabedlerine karşı bazı yükümlülüklerin yerine getirilmemesi şaşılacak bir olgu değil. Cumhuriyet Türkiye’sinin ‘din’ olgusuyla yaşadığı problem ister istemez bütün din mensuplarına doğrudan ya da dolaylı yansıyor. Bir kilisenin tamirinin neredeyse ‘ulusal güvenlik’ konseptinden ele alınması, pratik, hemen gerçekleştirilebilir işlerin bürokrasinin girdabında kaybolup gitmesi Türkiye’nin inanç turizmiyle ilgili ‘anlayış’ geliştirememesinin, en azından Osmanlı hoşgörü mirasını sahiplenemediğinin göstergesi. Nevzat Yücel’in ‘Acaba ne kadar samimiyiz?’ sorusu burada gündeme geliyor. “Pazarladığın ürüne sahip çıkmalısın” diyor Yücel. Kuşadası toplantılarında ‘Bak ne kadar güzel, konuşup anlaşabiliyoruz’ söyleminin gerçek bir altyapıya kavuşturulması gerektiğini hatırlatan ve bu konuda Türkiye’de söz sahibi olabilecek birkaç kişiden biri olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Kültürlerarası Diyalog Platformu Genel Sekreteri Cemal Uşak inanç turizminin önündeki fiziki, psikolojik ve aktüel engellerin varlığına işaret ederek, bazı pratik önermeler getiriyor: “İnanç turizmi kapsamında ülkemize gelen yabancılar, sadece kiliseleri ve havraları ziyaret etmemekte, bölgede bulunan İslam mabedlerini de ziyaret etmektedirler. Diyanet İşleri Başkanlığı veya ilahiyat fakülteleri devreye girerek, lisan bilen otoritelerini bu potansiyele sahip bölgelerde görevlendirirse, gelenler yüce dinimiz hakkında doğru bilgilerle donatılabilir.”

Yeni kilise talebi

Hamasi söylemler bir yere kadar gidiyor. Pek çok caminin bakımsızlık içinde yok olduğunun bilinmesi tarihi kiliselerin restorasyonu konusunun ister istemez ‘tiraji–komik’ bir sorun olarak karşımıza çıkmasına neden oluyor. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Ermeni Patriği Mutafyan’ın dile getirdiği Türkiye’ye gelenlerin ibadet yeri sorununa karşı kilise olmasa bile, bazı turistik bölgelerin havaalanlarındakine benzer salonlar yapılabileceği şeklinde bir çözüm önerisi getirmişti. Kudüs, İspanya, Suriye gibi Müslümanlara yönelik bir nevi ‘inanç turizmi’ gerçekleştiren Emantur’un genel koordinatörü Mustafa Saraç, bu talebin doğal karşılanması gerektiğini söylüyor. Çünkü inanç turizminin katılanları ‘dindar’ kişilerdir ve manevi bir doyum ihtiyacıyla böyle bir istek olabilecektir.

Cemal Uşak, Hz. İsa’nın 2000. doğum yıldönümü dolayısıyla inanç turizminin yaygınlaştığını fakat çok da fazla ilerlemediğini söylüyor. “Halbuki, kelimenin tam anlamıyla, ‘medeniyetler beşiği’ Anadolumuzun her köşesi her üç monoteist dine ait sinagoglar, kiliseler, manastırlar, camiler ve tekkelerle dolu.”

Konuştuğumuz turizmciler Türkiye’nin dış ülkelerdeki tanıtımlarında “deniz, kum, güneş” üçlüsünü öne çıkarttıklarını, halbuki inanç turizminin 12 aya yayılan, daha üst gelir düzeyinde turist çeken, alternatif kültür turizmi konseptinde en çok rağbet gören bir husus olduğunu hatırlatıyorlar. Peki bu misyonerlik faaliyetlerini artırır mı? Artırırsa ne olur? Prof. Dr. Niyazi Öktem, böyle bir olgunun olduğunu fakat bütün dinlerin ‘tebliğ’ yönünün bulunduğunu, dolayısıyla bunun önüne geçilemeyeceğini söylüyor. Ki, zaten zaaflardan yararlanarak misyonerlik yapmak uluslararası hukuk çerçevesinde yasaklanmış bir olgu. Anadolu’nun pek çok şehrinde gayrimüslim mabedlerinin asırlar boyu hayatiyetlerini sürdürmesi Müslümanların inançlarına olan güvenlerinin bir göstergesi olarak görülüyor. Yani kiliseyi bir tehdit unsuru olarak görmüyor Türk halkı. Sorunlarıyla birlikte turizmciler ve din adamları ‘inanç turizmi’nin geliştirilmesi konusunda fikir birliğine varmış durumda.

CEMAL UŞAK: SAVUNMA REFLEKSİNİ AŞMALIYIZ

Bu potansiyelin gerektiği şekilde değerlendirilmesinin önünde bugün itibariyle ciddi engeller vardır. Bunlar kanaatimizce şöyle sıralanabilir:

a) Fiziki engeller: Mabedlerin restorasyonu ve ören yerlerindeki sosyal imkanlar için gerekli maddi imkanın ayrılamaması bunun başında gelir. Ayrıca bu imkanın kullanılabilmesi için, “Bürokrasi Hazretleri”nin koyduğu engelleri aşmak, “deveye hendek atlatmak”tan daha zordur.

b) Psikolojik engeller: Bazı kesimlerin milli, diğer bazı kesimlerin ise dini hassasiyetleri kaşınmak suretiyle, sanki bu topraklar “Hıristiyanlara veya Yahudilere peşkeş çekiliyormuş” yaygarası yapılmaktadır. Osmanlı’nın son dönemi ve Mili Mücadele Dönemi sırasında, bazı Rum ve Ermeni vatandaşlarımızın dış güçlerin tahrikiyle ihanet etmiş olmasına karşı duyulan savunma refleksi bugün dahi bazılarında etkisini sürdürmektedir. Unutulmamalıdır ki, ne milli ve ne de dini değerlerimiz, “dedelerinin yaptıkları”ndan dolayı beş kuşak sonrası torunlarını sorumlu tutmaya izin vermediği gibi, Kur’ani bir ifade ile, “birisinin hatasiyle başkası mes’ul tutulamaz”.

c) Gayrimüslim cemaatlerin yüz yüze olduğu problemler. Bu problemler, kısmen yasalardan, ama önemli ölçüde uygulamalardan ve zihniyetten kaynaklanmaktadır. “AB Uyum Yasaları” çerçevesinde yapılan değişikler ise, cemaatlere kolaylık getirmek bir yana, ciddi sıkıntılar getirmektedir. Geleneksel “şark kurnazlığımız” burada da kendini göstermiş, problemleri çözüyormuş havası içinde, daha da problematik bir hale sokmuştur. Bu çözülmediği sürece, cemaatlerden ciddi destek alarak bu alanı geliştirmek zordur. Eğer bu engeller aşılabilse ve “İnanç Turizmi” alanında, ülkemizde ciddi bir inisiyatif olsa, bugün dünyanın muhtaç olduğu, dinler arası diyalog çalışmalarına dolaylı yoldan ciddi bir katkı sağlanabilir. Ve bu toprakların, on beşinci yüzyılda, Edirneli Hahambaşı Sarfatin’in Batı’da yaşayan dindaşlarına yazdığı mektupta belirttiği gibi, “Zeytinin ve incirin gölgelediği barış ülkesi Türk yurdu” olduğunu bütün dünyaya gösterebiliriz.

Yorumlar kapatıldı.