İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal2: Geride kalanları korumak

YERVANT ÖZUZUN

Yunanistan’da bir gezideydik. Durağımız Selanik’ti, Atatürk’ün evini ziyaret etmiş, tarihi sokaklarda geziyorduk. Bir ud taksimi işittim. Yandaki terzi dükkânından geliyordu. Udu çalan yaşlı bir beydi. Taksimin ardından Türk müziğinden güzel bir şarkıyla uduna eşlik etmeye başladı. Belli ki, Türkiye’den gelmeydi. Gezi arkadaşım Mehmet bey ve eşlerimizle dükkâna girdik. “Çok güzel çaldınız ve söylediniz elinize, ağzınıza sağlık” dedim. Buyur etti, oturduk.

İsmi Hıristo’ydu, İstanbul Tatavlalıydı (Kurtuluş’un eski ismi). Kökleri Nevşehir’dendi. Biz çaylarımızı yudumlarken, o hem soruyor hem anlatıyordu.

Semtini, Dolapdere’deki maçlarını, askerliğini, 1940’ların malum uygulamalarını, Beyoğlu’nu, sinemaları, plajları, daha neleri neleri.

Beyoğlu’nda babasıyla erkek terzisiydi. Müşterilerinin çoğu tanınmış kimselerdi. İçlerinde Türk müziği sanatçıları da vardı. Onlara uduyla eşlik ettiği, fasıllarına katıldığı bile olurdu. Udi Yorgo Bacanos’dan (İstanbul Radyosu’nun udi bestekârı) çok şey öğrenmişti. Bunları gururla anlatıyor, eski gazete kupürleri, fotoğraflar, deste deste şarkılar, notalar gösteriyor, sanki anlattıklarını doğrulamak istiyordu… Güzeldi o günler. Taa ki, 6-7 Eylül 1955 akşamına kadar.

7 Eylül sabahında ne dükkân kalmıştı, ne müşterilerin elbiseleri, ne kumaşları, ne makinesi, ne ütüsü, ne masası… Evi mi? Farklı değildi. Geldiğinde evdekiler üst komşusu Necmi bey’in evindeydiler. İlkokul çağındaki oğlu ve kızı korkudan hâlâ titriyor, ağlıyordu…

Yaşlı Hıristo’dan ayrılmadan, biraz da konuyu değiştirmek için bir şarkı daha rica ettik.

Uduyla giriş yaptı ve davam etti; “Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin..” şarkıyı hep beraber söylemiştik. Bilseniz ne kadar memnun oldu. Bu defa onun isteğiyle devam ettik.. Artık ayrılmalıydık. Onu uduyla, tazelenen anılarıyla başbaşa bırakıp ayrıldık.

Selanik sokaklarında gruptakilerle buluşma yerimize doğru hızlı adımlarla yürürken, aklımızda/gönlümüzde hâlâ yaşlı Hıristo vardı. İstanbul’dan göç edişlerinin nedenini de, duygularını da çok iyi anlamıştık. Tabii, onunla çok çok şeyi paylaştığımızı da.

O, her şeyiyle benim yurdum insanıydı. Bu toprakları onlara dar etmiştik. Sebepleri neydi?

“6-7 Eylül olayları”, azınlık karşıtı bir uygulamanın, bir provokasyonun adıdır. Kıbrıs’ın geleceği o yıllarda da tartışma konusuydu. Bu, Türkiye ile Yunanistan ilişkilerini olumsuz etkiliyordu. Konuyu görüşmek üzere, Türk, Yunan ve İngiliz Başbakanları, Londra’da bir toplantı yapacaktı. Yunan tarafına bir gözdağı verilmeliydi. Dolaysıyla içerideki azınlığa da. Böylelikle bir taşla birkaç kuş vurulurdu.

5 Eylül’de, Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’nun bahçesindeki Atatürk’ün evine bomba atıldı. O gün hükümete yakınlığıyla bilinen

İstanbul Ekspres gazetesi özel baskıyla olayı duyurdu. Yunanlılar Atatürk’ün evini bombalamıştı.

Bu haber, 6 Eylül 1955 akşamı ve gecesindeki azınlıklara yönelik yağma ve talan olaylarının, yıkıp, yakmanın kıvılcımı oldu. Amaca ulaşılmıştı.

6 Eylül günü, Taksim ve Beyazıt meydanlarında olayı protesto etmek üzere, miting düzenlendi. Ateşli konuşmalar yapıldı. Şehrin kenar semtlerinden ve çevre illerden kamyonlarla, otobüslerle getirilen gruplar mesajı almışlardı. Akşam karanlığıyla beraber, ellerindeki sopalarla, vatan için göreve başladılar! Önce Taksim’den İstiklal Caddesi’ne, Tarlabaşı’ndan Şişhane’ye, sonra, Cihangir, Şişli, Kurtuluş, Boğaz ve Adalara, Beyazıt’tan Gedikpaşa, Kumkapı ve Yenikapı’ya… Kısacası, azınlıkların yaşadığı, İstanbul’un, tüm semtlerinde önceden işaretlenen başta Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin işyeri, ev ve ibadethanelerine, mezarlıklarına yönelik saldırıya geçtiler. Olaylar çığrından çıkmıştı. Evlerin eşyaları, mobilyaya, buzdolabına varana dek pencerelerden atılıyor, işyeri ve mağazaların her türlü ticari malları ve eşyaları parçalanıp sokaklara saçılıyordu. Sokaklar, meydanlar atılan, kırılıp dökülen eşyalardan geçilmez olmuştu. Kiliseler ateşe verilmiş, mezar taşları parçalanmıştı. Şehir şehirlikten çıkmış binlerce ev, işyeri ve ibadethane yağmalanmış, yakılmış, kırılıp dökülmüştü. Olayların boyutu öngörüleni aşmış, kontrol edilemez hale gelmişti. Gece sıkıyönetim ilan edildi. Asker duruma müdahale ederek olayları kontrol altına aldı.

Bir suçlu lazım

Olayların suçlusu da olmalıydı. O da bulundu. Fatura başta Aziz Nesin olmak üzere, aralarında Kemal Tahir, H. İzzettin Dinamo, Asım Bezirci, Hulusi Dosdoğru gibi aydınların da bulunduğu sol görüşlü 45 kişiye çıkartılmaya çalışıldı. Güya olayları onlar tertiplemişlerdi. Ve ertesi gün tutuklandılar. Beş ay hücrelerde tutuklu kaldılar, daha sonra da beraat ettiler.

6-7 Eylül olayları ve Atatürk’ün evine atılan bomba 1960 İhtilali sonrasında, Yassıada yargılamalarındaki davalardan biriydi. Ayrıca, bomba olayı Yunanistan’da da dava konusu olmuştu. Bombayı bir Türk görevlinin attığı anlaşıldı. Olaydan beş yıl sonra bir tertibin adı olarak tarihe geçti. Sonuçlarına gelince; aslında, yakılıp, yağmalananlar, kırılıp dökülenler, bu ülkenin ulusal onuruydu, bu ülkenin kültür mozaiğinin taşlarıydı, emekleme çağındaki ekonomisiydi. Sonrasında, azınlıkların belleklerindeki, benzer buruk anıları tekrar canlandı. Geleceğe dönük güvenleri bir hayli azaldı, göçler devam etti. Ama bunlar önemli değildi. Ülkede etnik milliyetçilik ağır basıyordu. Anadolu’da artık Müslüman olmayan unsurlar yok gibiydi, ama İstanbul öyle değildi. Bu da, hoşgörü ve tahammül sınırlarını zorluyordu… Düşledikleri ulus-devleti oluşturmak isteyenler yine galip gelmişlerdi.

6-7 Eylül 1955’leri yaşayan aydınlarımızın olaylar hakkında kitapları*, makaleleri var, hâlâ sık sık değinenler var. O günleri yaşayan

İstanbullular, eski komşularını, o gece nasıl koruduklarını anlatırlar. Birçok mesleğin, günümüzdeki ustası, mesleği öğrendikleri Ermeni ya da Rum ustalarını hala anar, çıraklık yaptıkları dükkânlarının nasıl kırılıp döküldüğünü anlatırlar. Kısaca, 6-7 Eylül 1955 olayları o günü yaşayanların

belleklerinde, yazılarında yakın tarihimizin önemli bir olayı olarak yerini alır. Alır da, yakın tarihimizle ilgili resmi öğreti dahil hiçbir yerde, ne 6-7 Eylül olaylarının ne de benzerlerinin yeri yoktur.

Biz bunların hatırlanmasından, yanlışların eleştirilmesinden yanayız. Olanları tasvip etmiyorsak, tekrarını istemiyorsak, her ülkede olabilecek bu ve benzeri olaylarla yüzleşmekten, anmaktan, eleştirmekten çekinmemeliyiz diye düşünüyorum.

Kuşkusuz, zamanı ve gidenleri geri getiremeyiz. Ama, istiyorsak kalan binde biri koruyabiliriz. Nasıl mı? Tabii ki, “azınlık politikalarının” değişmesiyle. Biz, bu ülkede bu politikaların devamından yana olanların, farklılıkları kısıtlayıp daraltılmak isteyenlerin hâlâ az olmadığını biliyoruz. Bize karşı önyargıların, güvensizliğin hatta yer yer husumetin hâlâ kırılmadığını biliyoruz.

Radikal’in 2.8.2003 tarihli başlığı “Sessiz demokrasi devrimi” şeklindeydi. Yasalardaki bu devrim, dileriz demokrasi anlayışımızda, zihniyetlerde ve uygulamalarda devam eder.

yervantozuzun@hotmail.com

6-7 Eylül olaylarıyla ilgili iki güzel kaynak kitap:

1- Yılmaz Karakoyunlu’nun “Güz Sancısı” -Olayların romanı, ödüllü bir kitap Doğan Kitapçılık.

2- Hulusi Dosdoğru’nun “6-7 Eylül Olayları”-Yargılamalar dahil tüm yönleriyle Bağlam Yayınları.

Yorumlar kapatıldı.