Rıdvan Akar
Cumhuriyet dönemi “Türkleştirme” politikalarının temeli Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Recep Peker tarafından formüle edilen millet tanımında yatıyordu. Türk milleti “dil kültür ve mefkure/ülkü birliğine” sahip olan vatandaşlardan oluşurdu. Yani Türk milletine mensup olanlar, Türkçe konuşacaklar, geçmiş değerleri/tarihi paylaşacaklar ve Cumhuriyet’in geleceğine dönük “emel birliği”ne sahip çıkacaklardı. Recep Peker bu üç “olmazsa olmaz” nitelikten ikincisinin kimi yurttaşlar için geçerli olamayacağını tespit etmişti. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde özellikle Rumlar ve Ermenilerle ortak bir “kültür birliği” aramak beyhude bir çaba olurdu. Zira 1915 tehciri ve 1924 nüfus mübadelesi hafızalarda canlılığını koruyordu. Peker de millet tanımında, dil ve emel birliğinin, ülkede yaşayan Hıristiyan vatandaşlar için yeterli olacağını ifade etmişti.
Ancak İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’de Türkçülüğüyle övünen, Türkçülüğü kültür değil, aynı zamanda kan meselesi olarak da gören bir başbakan vardı. Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun iktidarı sürecinde Türkiye Varlık Vergisi uygulamasını yaşadı. Gayrimüslim azınlıkları mülksüzleştiren ve ticareti Türkleştiren bu uygulama sürecinin sadece iktisadi bir tasarruf olmadığını ise aynı dönemde CHP içinde azınlıklar ve gelir dağılımından sorumlu 9. Büro tarafından hazırlanan bir rapordan anlıyoruz. “Azınlıklar Raporu”nun başlığımızı ilgilendiren Rumlarla ilgili bölümünde şu görüşlere yer verilmişti:
Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir.
İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü 1953 yılını işaret ediyordu. İki yıl gecikmeyle İstanbul’u Rumsuzlaştırma projesi, Türk siyasi tarihinin en büyük provokasyonu ile gerçekleştirilmek istendi. Ve bugünkü demografik verilere bakılırsa da “başarılı” oldu.
Devletin Sopası: Gençlik
Tarih 1955 yılını gösterdiğinde Türkiye’nin dış politikasının gündeminde Kıbrıs vardı. Oysa henüz bir yıl önce dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün 1 Nisan 1954’teki Kıbrıs’a dair açıklaması Türk hükümetinin içinde bulunduğu haletiruhiyeyi yansıtıyordu:
Dost ve müttefik Yunanistan’ın devlet adamlarıyla vaki görüşmelerde Kıbrıs üzerinde herhangi bir muhabere veya müzakere cereyan etmiş değildir. Bunun sebebi, Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye bir şey mevcut olmadığı mütalaasında bulunması ve Kıbrıs’ın halen İngiltere’ye ait olduğuna göre, bu ada hakkında Yunanistan’la ikili konuşmalar yapılmasının caiz olmamasıdır.
Türkiye’nin “Kıbrıs diye bir sorunu olmadığı” o günlerde Kıbrıslıların bağımsızlık diye bir sorunu vardı. Dahası Kıbrıs’ta komünist ve milliyetçi Rum kesimleri tarafından başlatılan bağımsızlık hareketi giderek İngiltere’yi bir karar almaya zorluyordu. Oysa Türkiye statükocu bir yaklaşımla Kıbrıs’ın İngiltere’ye ait olduğunu ve dolayısıyla bu yapının korunması görüşünü savunuyordu.
İşte böylesi bir dönemde Türk basınının yoğun milliyetçi propagandaları, Demokrat Parti’nin kayıtsızlığına dönük eleştiriler, ancak daha önemlisi Kıbrıs’ta artık sonuca dönük bir sürecin başlaması ile birlikte Türkiye, Kıbrıs sorununda “taraf” oldu. 1955 yılında gerçekleştirilen Londra Konferansı öncesinde dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu ağırlıklı olarak İngiltere’nin Kıbrıs üzerindeki nüfuzunun (statükonun) korunması yönündeki eski tezi savunmaya gidiyordu. Ancak eğer Kıbrıs ille de “birilerine” verilecekse bu Türkiye olmalıydı.
Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeleri geriden takip eden bu tezi özellikle 29 Ağustos’ta başlayan Londra’daki toplantıların seyrinde pek de ciddiye alınmamıştı. Zira gerek Yunanistan gerekse giderek palazlanan “bağımsızlık” ya da “Enosis” yanlısı güçler masada çok daha kaydadeğer bir pazarlık gücüne sahipti. Türkiye’nin dışişleri bakanı ise hala İngiliz politikalarını övmekteydi: “Dişişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu, İngiliz idaresinin Kıbrıs’ta takip ettiği hareket tarzını överek, Kıbrıs meselesinin milletlerin kendi mukaderratına hakim olmaları prensibi ile karıştırılmasının hatalı olduğunu söyledi.”
İşte böylesi bir dönemde Fatin Rüşdü Zorlu tarafından Londra Büyükelçiliği’nden Ankara’ya bir kripto yollandı. Yazıda dışişleri bakanı “orada” bir şeyler yapılması gerektiğini söylüyordu. 27-30 Ağustos tarihlerinde çekilen bu telgraf sonraları 6-7 Eylül olaylarının kıvılcımını çakan bir fitil olarak kabul edildi. Oysa hazırlıklar çok önceden başlamış, yerel Demokrat Parti teşkilatları ve gençliğin katılımıyla oluşturulan Kıbrıs Türktür Derneği milliyetçi söylemi ve militan kadrolarıyla “Kıbrıs Davası”nın öncü gücü haline getirilmişti.
Yazının devamı ve Türkiye’de ilk defa yayınlanan 6-7 Eylül fotoğrafları Toplumsal Tarih dergisi 117. (Eylül) sayısında…
Yorumlar kapatıldı.