SAVARONA LEVANTİNO
Eyvah! Beyoğlu tekrar elden gidiyor çığlıkları arasında eğlence sektörü yoluna tam gaz devam ediyor. Türkiye’nin değişen ve bir kez daha Batı’ya yakınlaşan yüzünü Beyoğlu’nda yaşamak bazıları için bir ihtiyaç, bazıları için bir merak, bazıları için bir moda. Bunu değerlendiren İstanbul’un eğlence simsarları Türkiye’nin muhtelif köşelerinden gelip Pera’ya çörekleniyorlar. Son zamanlarda iyice moda olan teras muhabbetinden Sen Antuan kilisesi de nasibini alıyor.
Kilisenin etrafında apartmanlarının teraslarını jilet gibi dekore eden bazı kaba beyaz Türkler, geceyarısını çok aşan saatlerde müzikli eğlencelerle sefalarını sürüyor, mahallenin uyumaya çalışan eski sakinlerine saygıda kusur ediyorlar. Ticari müesseseler Belediye’nin Beyoğlu’nu çekim merkezi haline getirme hırsını sömürerek gittikçe canavarlaşıyorlar. Memlekete hakim, eldeki hazır malzemeyi paraya zahmetsiz
çevirme furyası şahlanıyor. Bunu yaparken Aspendos, Aya İrini, Ayasofya veya Efes’in tarihi değeri ve yıpranma payının kaale alınmadığı düşünülürse, Beyoğlu’nun çağdaş sayılabilecek, üstelik içten içe Batılıların İstanbul’daki şaaşalı zevk-ü sefa dönemlerini hatırlatan yapıların dönemsel dokusu ve mimari değerinin önemseneceğini düşünmek abes. Zaten söz konusu binaların “restorasyonları” özenle Cadde-i Kebir’e bakan cephede değil de manzaraya doğru yapıldığında keyiflerine diyecek yok. Binanın yıpranmışlığını, üzerine binecek yükü, depremi kaale alan yok. Önemli olan şehir yaşantısının verdiği sıkıntıyı, mutsuzluğu unutturmak, insanları tatminsizlik girdabından bir süreliğine çıkarmak, şehir klanlarının birinde veya birkaçında varolduğunu hissettirmek. Etrafa verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz hiç yok. Özellikle haftasonu coğrafyanın bilumum yerlerinden gelen açlar İstiklal’de akarken, buranın hangi nimetinden yararlansam diye oraya, buraya dadanırlar. Lüks semtlerden gelenlerin nevrotik tavırları, ürkek ama istediğini elde etmeye endeksli halleri görülmeye değer. Bundan dolayıdır ki Sen Antuan’ın etrafı her geçen gün yeni teraslarla kuşatılıyor, gece uyumaya çalışan melekler yarasa olmaya zorlanıyor. Bazı müesseseler kilisenin fiyakalı resimlerini broşürlerine basıyor, insanlara en azından: “Vay be! İstanbul’un ne baba geçmişi varmış” dedirtiyor, geleceğini düşünen yok (yoksa ikisini birden düşünenler çoğunlukta mı?)
Aslında Sen Antuan’ın, nam-ı diğer Sant’Antonio’nun birkaç senedir gürültüyle başı dertteydi. İstiklal’in esas cehennemi kısmı Galatasaray-Taksim hattı en yoğun günlerini yaşarken, Galatasaray-Tünel hattı hep sinek avlardı. Özellikle geceleri daha sakin, hatta korkutucu olurdu. Ama sonunda sihirli kakofoni formülü burada da keşfedildi, yan yana iki müzik market açıldı, halk buna bayıldı, Sen Antuan’ın orgunu kuzu kuzu bastırdı (neyse ki Allah bizlere Gotan Project’li bir dönem bahşetti). Moda olan veya en çok satanlar sabahtan akşama kadar çalındı, geceyarısından sonra bile mahalle sakinlerine hüzünlü Anadolu ambient tınıları damardan verildi, bilinçaltlarına hayatlarının mecburi teması olarak empoze edildi. Mutlaka Rumca da bilen Levanten, dul madamlar yıllar sonra Yunanca şarkılar dinlediklerine sevinemediler. Elhamra pasajının girişine çömelen sazlı veya orglu modern zaman şehir âşıkları kasveti katmerledi, kilisenin manzarası onları sabaha kadar söyletti.
Taklit Arnavut kaldırımları
Derken sabah oldu; Odakule uyanıyor. Yangın merdiveni bile olmayan İstanbul’un köhne gökdeleni yeni elde edilen sessizliği bir fabrika misali havalandırmasıyla yırtıyor. Ses bir süre sonra doğal bir fon uğultusu haline geliyor. Belediye araçları geceden arta kalan çöpleri alıyor, sularını kararmış taklit Arnavut kaldırımı emiyor, yaşlı Levantenlerden oluşan cemaat üyeleri inlerinden çıkıp sökün ediyor, Uzakdoğulu, Afrikalı ve Süryani kalabalıktan oluşan “Aziz Antuvan” mozaiğinideki yerlerini alıyorlar. (Aralarında bazı “Magdalene rahibeleri” de var mı acaba?) Onlara, esas mozaik taşları yurdum insanı, yerli turistler, varoş gençleri, izne çıkmış askerler, yabancı turistler katılıyor, bir karmaşa ki sorma. İpini koparan içeriye dalıyor. Girerken önünü elleyen mi istersin, çıkarken yere tüküren mi? Kilisenin, İtalya’nın herhangi bir taşra kasabasında bulunabilecek mimarisinden (matah!) gurur duyan kültür yalakasından tut, Türkiye’de böyle bir kilise olmasına şaşan cahil Avrupalıya kadar ne ararsan var. Bizim yaşlılar zamanında asla tahayyül edemeyecekleri Türkçe ayinlere bile katlanmak zorunda kalabiliyorlar, ne yazık! Kiliseden çıkarken etrafa çöplerini saçanları yakaladılar mı koloniyalist içgüdüleri hemen uyanır, efendiliklerine yakışır bir “çık çık çık”la ayıplarlar (Anlamını bilen kaldı mı? Üstelik İstanbul’da birisinin diğerine ne yapması gerektiğini söylemesine gerek kalmadı, ufacık çocuklar bile birer eşkiya kıvamında). Bizimkiler avlu içi dilenci klanına sadaka vererek vicdanlarını rahatlatırlar, korunaklı dekorun verdiği son bir güçle ayrıcalıklı olmanın lüksünü bir daha yaşarcasına geçmişe özlemle dolu konuşmalar yaparlar. Biraz şikâyet, biraz da dedikodu: “Kim öldü? kim kaldı?” Onlar halen gazetelere, dergilere, araştırma ve kitaplara konu olurlar, ama kendileri ender olarak şahsen konuşurlar, ne düşündüklerini, ne yaşadıklarını kimse bilmez, ama bir nostaljidir, gider. Onların söz hakkı yoktur, onlar hâlâ çekinir, hâlâ korkar, hafızaları yerindedir, unutmazlar, yanlış adım atmak istemezler, o yüzden de atmazlar. Ne de olsa azınlıktalar, farklılar, misafirler: “Nerelisiniz teyze?, ama asıl nerelisin?, yok yok, nerden geldin?”
Aman, geç saatlere kalmaya gelmez, bir liman faresi misali, mümkün olduğunca göze batmadan, İstiklal’in yan sokaklarına dağılmaca, günah çıkarmış olmanın verdiği rahatlıkla, Amin!
DİN DON
Ay! ben bu çan sesine bayılırım… Yaaa, bir daha çalsana!
DİN DON DİN DON DİN DON!
Amiiiin!
Yorumlar kapatıldı.