YILDIRAY OĞUR
Yeni yükseköğrenim yasa taslağı, YÖK çevresi ve hükümet arasında şiddet dozu sürekli artan bir tartışmaya neden oldu. Yükselen gerilim, tartışmayı, Türkiye’deki siyasallaşmanın en temel saflaşmalarından biri olan laik-antilaik hattına taşıdı. Laik-antilaik tartışması başladığında ‘herkes cephesine’ zili çalar ve örneğin zil sesinden önce YÖK konusuna yaklaşım farklılıkları ne olursa olsun taraflar her iki cepheden birinde yerini alır. Türkiye’de bu zilin çalması, tartışılan konu üzerinde yoğunlaşmayı engelleme ve topu taca atma vazifesini görür.
Bu kargaşada 24-07-2003 tarihli Radikal’in yorum sayfasında Kocaeli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Baki Komşuoğlu’nun ‘Tek Yasayla Çözüm Güç’ başlıklı yazısı, YÖK tartışmasının nitelikli bir örneği olarak değerlendirilebilir. Fakat tam da bu yazıdan yola çıkarak anlamaya çalışacağımız bir zihniyet dünyasına atıfla, YÖK tartışmasının ihmal
edilen en temel maddesi olan akademik özgürlükler ve üniversitelerde demokrasi konusunda konuşmak gerekir.
Sayın Komşuoğlu, yazısının başında 1988 yılında aralarında İstanbul Üniversitesi gibi Türk üniversitelerinin de bulunduğu pek çok Avrupa üniversitesi tarafından Bologna’daki Avrupa’nın en eski üniversitesinde imzalanan ‘Üniversitelerin Magna Charta Deklarasyonu’na atıf yapmakta, fakat deklarasyondan yaptığı çıkarımların içinde, ‘Magna Charta’ metninin en temel vurguları; akademik özgürlük, üniversite içi demokrasi, temel insan haklarına ve hümanist değerlere saygı bulunmamakta. Komşuoğlu deklarasyondan sadece üniversitelerin idari ve mali yapılanması ve araştırma geliştirme misyonuyla ilgili atıfların yapıldığı maddeleri seçmiş.
Pozitivist bakış tutmuyor
Tıp kökenli bir rektör olan profesör Komşuoğlu’nun algıda seçicilik olarak değerlendirebileceğimiz bu yaklaşımı, aslında üniversite tartışmasının en temel açmazlarından birine işaret ediyor. Türkiye’deki mevcut üniversite rektörlerinin yüzde 90’ı fen bilimleri, mühendislik ve çoğunlukla tıp kökenlidir. Kuantum fiziğinin açtığı kırçıl mantığı bir yana koyarsak bu bilim dallarında egemen olan temel anlayış kendini doğanın kanunlarını bulmaya adamış bir pozitivizmdir.
Türkiye’de yetersiz bilimsel metodoloji eğitimi sayesinde fen bilimlerine özgü bu yöntem sosyal bilimler alanında da geçerli olan bir yöntem olarak düşünülmekte. Halbuki pozitivizmin 1-0’cı mantığıyla sosyal olgulara bakmak onları bir ‘doğru-yanlış’ ikiliği içine hapsetmek ve esnekliği kaybetmek gibi sonuçları beraberinde getiriyor. Televizyonda yayımlanan bir tartışma programında büyük bir üniversitenin kimya kökenli rektörü, hükümetin üniversiteleri ele geçirmeye çalıştığını iddia ederken “İki kere iki dört eder. Üniversite bunu söylemek zorundadır, hükümet istedi diye sonucu beş yapamayız” diyerek bu zihin dünyasını yansıtmıştı.
İşte bu dünyadan üniversiteye bakıldığı zaman akademik özgürlük meselesi çok da yaşamsal bir sorun olarak görülmeyebilir. Aklın yolu birdir ve söylemsel düzlemde fetişleştirilen ‘bilimsel’ çalışmalarla o doğru bulunur ve ortaya çıkarılır. Aynı zamanda Türkiye üniversitelerinde çalışıldığına göre bu doğrular Türkiye’nin doğruları olacaktır. Kıbrıs sorununda asıl amaç haklıyı haksızı belirlemek değil, Türkiye’nin haklılığına gerekçe üretmektir. Bu yüzden Kıbrıs’ta barış deklarasyonunu imzalayan akademisyenler türlü baskılarla karşılaşır.
Tek sorun seçilememek değil
Bu anlamda birçok üniversitede art arda açılan ‘sözde ermeni soykırımı’ iddialarına karşı enstitüler’ gibi sonucu baştan belirlenmiş bilimsel çalışma komedileri normal karşılanabilir. Ama akademik özgürlükler anlamında asıl kritik soru şudur: Ermeni Katliamı konusunda resmi söyleme aykırı görüşlerini ortaya attığı zaman Halil Berktay’ın arkasında durabilecek Türkiye’de kaç üniversite vardır? Görüldüğü gibi akademik özgürlük kâğıt üzerinde değil, zor zamanlarda olup olmadığı anlaşılacak temel bir üniversite ilkesidir. Pozitivizm cephesinden baktığımızda pek de görünemeyecek bir ilke.
Yine, üniversitelerde demokrasi konusunda konuşulacak bir yığın konu ve sorun varken, YÖK tartışmalarında demokrasi sorunu, rektörler tarafından sadece ‘bir rektörün iki kez üst üste seçilememesini getiren yeni tasarının ne kadar antidemokratik olduğu’ bağlamında dillendirildi. Örneğin birçok üniversitede sadece dağcılık, halkoyunları gibi hobi çalışmalarıyla sınırlanan öğrenci kulüplerinin etliye sütlüye karışmasının engellenmesi kimsenin farkında olmadığı ciddi bir sorun olarak durmakta. Yeni tasarıda ise yükseköğretim kurumu içinde siyasi faaliyetlerde bulunmak bir aya kadar uzaklaştırma ile cezalandırılmış.
‘Liberal düşünce’ yasak
Üniversitelerin çoğunda Atatürkçü Düşünce Kulüpleri dışında hiçbir düşünce kulübünün kurulmasına izin verilmiyor. Zaten aydınlanma, pozitivizm ve Kemalizm eşitlenmesi kurulduğunda üniversitede temsil edilebilecek ‘bilimsel’ başka bir ideolojiye ihtiyaç da duyulmuyor. Bu durum trajikomik olaylara da neden olmakta. Örneğin ODTÜ’de Liberal Düşünce Topluluğu kurmak isteyen öğrencilere mühendis kökenli olan rektör yardımcısı “Atatürkçü Düşünce Kulübü’nün alt birimi olarak çalışın” tavsiyesinde bulunmuş ve daha sonra öğrenciler topluluk adını ‘Serbest Düşünce Kulübü’ yaptıklarında ise onlara izin verilmiş. Üniversitelerdeki öğrenci Konseyleri ise arada bir toplanıp YÖK Başkanı’nın ‘onurlandırdığı’ toplantılar düzenleyen, öğrencilerin yönetimdeki temsilcileri olmaktan çok, üniversite yönetiminin öğrenciler içindeki temsilcileri olarak çalışan örgütlenmeler olarak çalışmaktadır.
Yeni taslak da bu konuda yetersizdir. Zaten bu taslağın ana ilkeler bölümünün ilk iki maddesine göre üniversitelerin amacı “Öğrencilere, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılmasını sağlamak ve milli kültürümüzü evrensel kültür içinde geliştirerek öğrencilere, milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve irade gücü kazandırmaktır.” Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin ne demek olduğu açıklığa kavuşturulmak kaydıyla, bir öğrenci bir üniversiteden daha ne ister ki!
Şu ana kadar sıraladıklarımız, tartışmalar sırasında rektörlerin görmedikleri sorunlar oldu. YÖK tartışmaları sırasında üniversite rektörlerinin en çok dile getirdikleri sorunlar ise mali olanlarıydı. Özerklik konusu da, akademik özgürlük gibi ideolojik gerekçelerden çok mali sorunlar bağlamında dillendirildi. Üniversite rektörleri yurtlar, lojmanlar, sosyal tesisler, üniversite vakıfları ve özellikle de hastaneler gibi paranın dönüp durduğu bir yapının başındaki isimler olduklarından bu eğilimleri normal karşılanabilir. Ama yine de bu üniversite rektörlerinin bürokratlaşmasına neden olan ve akademi ile ilgili gündemlerini saptıran bir nokta olarak karşımızda durmaktadır.
Özellikle içinde tıp fakültesi bulunan üniversitelerde fakülte hastanelerinin büyük döner sermaye gelirleri dolayısıyla tıp fakülteleri, üniversitenin vizyonunu ve yönetimini ele geçirmiştir (İçerisinde tıp fakültesi bulunan üniversitelerin büyük bir bölümünün rektörü tıp fakültesi kökenlidir).
Üniversite rektörlerinin bir diğer önemli gündem maddesi ise araştırma-geliştirme (ARGE) çalışmaları ve özellikle de üniversite sanayi işbirliğidir. Temelde ideolojik bir tercih olan üniversite-sanayi işbirliği meselesi YÖK tartışmaları sırasında YÖK ve hükümet arasında bir tartışmaya neden olmayan ender konulardan biri oldu. Üniversitelerin ARGE çalışmaları ile ilgili söylemleri ise yoğun bir ulusal kalkınmacılığın izlerini taşımakta.
ARGE’de milliyetçi tavır
Aynı temaya üniversitelere ‘ülkemizin güçlenmesini bilim yolu ile sağlama’ görevini veren yeni taslakta da rastlanabilir. Art arda açılan stratejik araştırma enstitüleri, Nobel alabilecek Türk akademisyeni yetiştirme programları, ‘kendi teknolojimizi geliştirelim yoksa Kıbrıs savaşındaki gibi ele muhtaç kalırız söylemi’, ARGE alanının siyasal içeriğini, özellikle milliyetçi tavrı ortaya koyan örnekler olarak sıralanabilir. ‘Kendi teknolojimizi üretmek’ o derece köreltici bir toplumsal tutkumuzdur ki büyük övgülerle karşılanan ODTÜ Teknokent’in savunma alanında çalışma yapma kararı alması ve bu bağlamda ABD’ye savaş malzemeleri satması, ne olduğu söylenen anti-Amerikancı dalganın tepkisini çekmiş ne de solcu bilinen ODTÜ kamuoyunda bir tartışmaya neden olmuştur. Ulusal kalkınma yolunda devlet-üniversite bütünleşmesi anlayışı, üniversitelerin devletten özerkliği bağlamında ciddi bir sorun olarak önümüzde durmakta.
Magna Charta’ya bakın
Üniversitelerin özgürleşmesi ve demokratikleştirilmesi için, YÖK’ün ortadan kalkması ya da hükümetlerin etkinliğinin azalması yetmeyecektir. Belki son dönemlerin en klasik sözü olacak, ama köklü bir zihni dönüşümün gerçekleşmesi gerekiyor. Bu anlamda üniversite yönetimlerinin dünyayı algılayışları süreci doğrudan etkileyecek. Yapılması gereken ilk iş evrensel anlamda üniversiteyi oluşturan değerleri bütünüyle özümsemekten geçmekte. Başlangıç için Üniversitelerin Magna Charta Deklarasyonu’na bakılabilir.
Yıldıray Oğur: İstanbul Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrenci ve Buluşma Forumu, Moderatör
Yorumlar kapatıldı.