Bir gün içinde kaç değişik mesajla karşılaştığınızı biliyor musunuz? Kaç değişik ismin, markanın, sosyal, siyasi, ticari mesajın gözlerimize, kulaklarımıza hücum ettiğini biliyor musunuz?
Biraz ipucu vereyim. Hong Kong’da yapılan bir araştırma sıradan bir vatandaşın gün boyunca en az 4000 mesaj ile karşılaştığını ortaya koyuyor. Bu rakam Mexico City’de 5000’lere kadar yükseliyor. Acaba İstanbul’da kaç?
Bir dakika birlikte düşünelim. Radyodaki reklamlar, yol kenarlarındaki panolar, gazetelerdeki ilanlar, TV’deki reklamlar, …. Bu liste uzadıkça uzuyor. Herkes, her şey bize birşeyler söylemeye çalışıyor. Teknoloji geliştikçe, yaratıcılık kabuk değiştirdikçe mesajlardan kaçış şansımız azalıyor. Cep telefonlarımıza, elektronik postalarımıza gelen reklam mesajları, tuvaletlerdeki reklam panoları, otomobilinizdeki yol bilgisayarlarına gelmeye başlayan tanıtım haberleri, …. Ve biraz da şu anda prototipleri biten ürünlerle ilgili olarak; buzdolabımızın kapağına, banyo aynamıza, t-shirtlerimize, alışveriş çantalarımıza, saatlerimize gelecek mesajlar.
Uzun lafın kısası, fazla tekniğe girmeden, rekabet arttıkça, ürün ve marka çeşitliliği arttıkça, varolan ve yaratılan marka ve ürünlerin tek yaşama şansı; beyinlerimizde kapladıkları alan.
Bu nedenle siz TV’den kanal değiştirip mesajdan kaçarsanız o sizi başka bir yerde yakalamak zorunda. Kapıdan giremezse, bacadan girecek. İlk kez, geçen seçimlerde partiler seçim propagandalarında cep telefonlarımıza mesaj göndermemişler miydi?
İçinde yaşadığımız mesaj bombardımanı içinde bize ait fikirlerden, özgür düşünceden, bağımsız tercihlerden sözetmek elbetteki çok zor. Bu bombardıman içinde kendi sentezlerimizi yapabilmek, düşündüğümüzü söyleyebilmek için önce ara ara sığınaklarımıza kaçmamız gerekli gibi gözüküyor.
Öte yanda işimiz, evimiz, eşimiz, çoluk çocuk, dolar, faiz,…. Yıllar öncesinin bir şarkısında olduğu gibi “oynatmaya az kaldı” Belki de tırlattık bile. Ve şimdi geriye dönüş yolculuğu başladı. Artık yalnız kalabileceğimiz anlar, ortamlar yaratmaya çalışıyoruz. Yogadan meditasyona, şehir dışında ev sahibi olmaktan alternatif tıbba odaklanan yaşam tarzına doğal olana gitmeye, aslında bir yerde özümüze ulaşmaya çalışıyoruz. Kendimizi arıyoruz. Herkesin birşeyler olmamızı istediği bir ortamda “biz” olarak kalabilme şansımızı sorguluyoruz.
Mayıs ayında “Times” dergisinin dosyalarından biri Avrupa’daki Hristiyanlığa ayrılmıştı. Dosyadaki bir haber ilgimi çekti. Kiliseye düzenli olarak gidenlerin kalp krizi geçirme riski, gitmeyenlere oranla %26 daha düşük. Doktorlara göre bunun nedeni de ayinlerde, dua sırasında beynin günlük hayattan soyutlanması ve organizmanın normal seyrine dönmesi. 80 yaşını geçmiş ve kalp problemi yaşamayanların %63’ü neredeyse her Pazar Kilise’ye gitmiş.. Fizyolojik anlamda meditasyon, yoga ve benzeri yöntemler de aynı amaca hizmet ediyor: Bir an durup kendimizi dinlemek.
Robinson’culuk oynayamayacağımıza göre, yeni dünya düzeninde yaşamayı öğrenmek zorundayız. Önemli olan bu nehrin içinde yol alırken, kendimizi kaybetmememiz belki de. Zaman zaman durup, içimizdeki çocuğu dinlememiz. Onu şımartmamız, oynamamız, maskeleri fırlatıp gülümsememiz, “biz” olarak kalabilmeye çalışmamız. Zira içimizdeki çocuk yaşlanınca, hatta ölünce ne yaşamanın ne de başka bir şeyin tadı kalıyor. Kendimize yabancılaşmak da cabası.
Yorumlar kapatıldı.