O on üç yaşındaydı o sırada, kardeşi ise sadece beş.
Bir bahar günü, annelerinin “Uzun sürecek, zahmetli olacak ama sonunda rahata ereceğiz, sıkın dişinizi” diyerek onları yayan yapıldak çıkardığı yolun tam ortasında, kimsesiz, tek başlarına kalıverdiler.
Silahlı adamlar annelerini, babalarını, başka anne ve babaları ve başka çocukları yolun altında deli gibi akan Fırat’ın sularına atarken, biri, onu ve kardeşini, nasılsa, çekip adamların elinden aldı.
Suyun kenarında bir köyde, nemrut ve yaşlı bir adamın kalabalık nüfuslu evine yanaşma oldu iki kardeş.
Adlarını, geçmişlerini, gözlerinin önünde sulara karışan annelerini unutmaya bile zaman bulamamışken daha, küçük kardeş hastalandı; altını tutamıyor, her yeri kirletiyordu.
Yaşlı adam çağırdı ağabeyi yanına ve sıradan, kolayca yerine getirilecek bir şey istercesine buyurdu; “Kurtul ondan, yoksa ikinizi de hemen silahlı adamlara veririm, sana şu kadar mühlet.”
Önce ne yapacağını bilemedi ağabey.
Sonra kalktı, arandı ve kardeşini, küçük bedenindeki acılı kasılmaları kimse görmesin, iniltilerini kimse duymasın diye sığındığı küçük bir kovukta, iki büklüm yatarken buldu.
Usulca, bir yerini incitmemeye çalışarak, kucağına aldı onu, yürüdü ve bir an bile duraksamadan, götürüp Fırat’a, annesinin daha birkaç gün önce savrulduğu köpüklü sulara attı…
Ben bu hikayeyi, onları yeniden ayağa kaldırsın, ruhlarını yiyen ahlaki cüzzamı yok etsin diye kimbilir kaçıncı “kurtarıcı”nın gelmesini bekleyen Mezopotamya kavimlerindeki tefessühün anlatıldığı bir semavi din kitabında değil, 1915’teki Ermeni Tehciri’nin tanıklarının konuşturulduğu bir belgesel romanda okudum.
İki yıl önce İstanbul’da basılmış ama geçen yıl, yayınevinin piyasaya vermek yerine kâğıt öğütme makinasının dişlilerine teslim ettiği “Seninle Güler Yüreğim”in, makinadan nasılsa kaçmış birkaç kopyasından birinde.
Kemal Yalçın birkaç kategoriye ayırmıştı kitabındaki tanıkları.
Ve en düşkünleri, yukarıdaki öyküyü anlatan, başına gelenlerden ve geleceklerden korunmak için adını, dinini, geçmişini silmeye razı olmuş, seksen küsur yıl “Müslüman bir Kürt” olarak yaşamış yaşlı Ermeni’ydi.
Adını unuttum. Muhtemel ki onun yaklaşık bir yüzyıl boyunca irin dolu koca bir küp gibi sırtında taşıdığı utancın bir bölümünün olsun altına girmemek için.
Adını unuttum. Anlattıklarının bir cümlesi bile doğruysa eğer, o bir cümle, adını andıkça onu da beni de zehirler diye muhtemelen.
Ama bu yazıyı bir yere bağlamak için bir ada ihtiyacımız var ve biz ona şimdi Aram diyelim…
Bu topraklarda, sayıları artık iyice azalsa da, Aram’ınkine benzer dehşet öyküleriyle büyümüş Ermeni çocuklar var hâlâ.
Ve devlet bugün, bir yandan dışarıya “Ermeni Soykırımı oldu mu olmadı mı, buna biz karar vermeyelim, tarihçiler araştırsın” türünden bilimsel nesnellik masalları anlatırken öte yandan o Ermeni çocukların eline, girişinde “Soykırım iddiaları asılsızdır” yazılı, “gelişme” ve “sonuç” bölümleri bu girişe göre yazılacak kompozisyon kâğıtları veriyor.
Ve çocukların önüne iki seçenek koyuyor; ya çıldırıp komitacı olacaksınız ya da iğdiş edilmiş yeni Aram’lar.
Birinde dehşeti sırtlanmak için hep birlikte, ötekinde utancı…
20 Mayıs 2003, Salı
Yorumlar kapatıldı.