Raffi A. Hermonn
Gazeteci – Araştırmacı
P a r i s
Avrupa’dan bakınca; son Kopenhag zirvesinde, salt yurt dışındaki Türkiyelilerin değil, mübalağasız Avrupa’nın üçte birinin, 11 – 14 Eylül arası, üç gün üç gece, Türkiye ile yatıp kalkmış olduğunu, anımsadığımızı söyleyebiliriz.
Avrupalılar ; ilk kez ‘Türklerce yapılan şantaj zokasını yemeden’ ama aynı zamanda, Türkiye’ye müthiş bir şans vermiş olmuşlardı.
Bu durumu, sevinçle karşılamak yerine, neredeyse talihsizliğine (!) küsen, mutsuz bir Türkiye’nin hal ve davranışına şaşıranlar da çoğunluktaydı.
Sonuçta :Türkiye’nin geçmiş hükümetlerin, AB yolunda sarfetmiş olduğu çabalarına karşın, tabii dünya konjonktürünün de yardımıyle, ülkeyi ailenin tam üyesi olma yoluna ‘geri dönülemez’ şekilde, sokma başarısını, AKP’nin iktidarda ve C.H.P.’nin muhalefette olduğu, bu meclis gösterebilmişti.
Türkiye’ye ‘müzakerelerin başlama tarihi’ olarak, 2005 bile verilmiş olsaydı, bunun
‘AB’ye tam üye olabilmek amacıyla, bir gün, kuyruğa girmeyi ‘ hayal bile edemeyen Türkiye için, çok büyük bir başarı olacaktı.
Dolayısıyle ; ‘ niye daha önceye tarih vermediniz ?’ diye tipik ‘ gece klübüne kabul edilmediği için ‘ kapıcısından müdürüne dek küfürler savurup (kabul edilmeyişini haklı çıkartırcasına) çamurlaşan … müşteriler gibi, davranmayı, artık unutmak gerekiyordu.
Ülkemizdeki ; ‘statükoyu, çıkarları uğruna, savunan’ların kışkırtmalarına karşın, Kopenhag ölçütlerini, değil 2004, asıl 2003 Aralığına kadar, yetiştirmeye bakmalıydık.
AB’ne ‘kabadayılığın’degil, bir şövalyenin eldivenleriyle karşısındakinin yanaklarını okşayarak, düello’ya davet etmesi gibi, asilâne bir itirazın, işte o zaman anlamı olurdu.
Yoksa…daha 13 Aralık 2002’de, T.B.M.M.de gerçekleşen, koca bir ayıbın görüntüsü ile, ne kadar eleştirecek yönleri olursa olsun, çağdaşlık ve demokrasi’de, çömezleri bile olamayacağımız, AB karşısında sergilediğimiz ‘mızıkçı- görgüsüz doğulu’ tavrımızla, çok çok o bazı ‘Türkiye karşıtları’nın haklı çıkmasına neden olurduk.
Parlamento’da ; C.H.P. (üstelik Kopenhag görüşmeleri sürecinde) ‘… reşit olmamış çocuklarımızı, işkence ve insanlık onurunun red edeceği suçlara mâruz kılan, erkeklerin ve kadınlarının yanında, akıl almaz düzeylerde eziyetler, Filistin Askısı ve değişik aletlerle, çektiren :hasta, sapık suçluların milletvekili seçilebilmelerine engel olabilmek için’ yasa tasarısı öneriyor ve parlamento, Kopenhag’a seslenircesine alkışlarla, firesiz bir şekilde, oy birliğiyle bu yasa tasarısını destekleyeceği yerde, kavga çıkıyor ve AKP’nin oylarıyla, bu tasarı red ediliyordu …
‘ Neden daha önceye tarih vermediniz ?’ diye, bir de … sıkılmadan, soru sorabilme cüretini gösterenlere, maalesef daha ibret verici, bizleri rezil eden, AB’yi haklı çıkartan, başka çarpıcı bir örnek yanıt, üstelik bizzat tarafımızdan, verilebilir miydi acaba ?
Hem sonra … Fransa Cumhurbaşkanı Chirac Hazretleri’nin ‘ Türkiye bize şantaj yapıyor ! ‘ ifadesine kızmak yerine … tarihi irdelediğimizde asıl : ‘ AB, Türkiye’nin şantaj zokasını, bu kez nasıl oldu da yemedi ? ‘ diye sormak ve ‘ Türkiye’nin hayal bile edemediği bir şansı, AB nasıl verdi ?! ‘ diye şaşırarak sevinmek gerekiyordu …
Avrupa’nın ; Türkiye ile olan ilişkileri’nde, yediği ‘şantaj zokaları’na gelince :
Birincisi 1919’da Avrupalıların, yeniTürkiye’ye ‘ Misak-ı Milli sınırlarını tanımamızı istiyorsanız, önce, Ermenilere dönük katliamların sorumlularını mahkeme edin, sonra tanırız!’ dediği dönemde olmuştur.
Türk yöneticiler; Avrupa’nın ‘nasıl olsa Türkler cesaret edemezler’diye fikirlerini, bir güzel boşa çıkartırcasına, Harp Divan’ı kurmuşlar, mahkumiyetler vermeye, hatta idamlar bile uygulamaya başlamışlardı.
Ama aynı anda, kurulmakta olan (1917) SSCB kampına Türkiye’nin ‘girebileceği’ imâ (!) da edilmişti. Avrupalılar zokayı yemiş, Türkiye’nin bu cepheye girme tehlikesini ‘bir avuç Ermeninin, insan hakları’nı feda ederek, bizzat öne sürmüş oldukları, olmazsa olmaz koşulu unutuverip : ‘Tamam T.C.yi tanıyoruz !’ demek zorunda kalmışlardı.
Türkiye’nin; Avrupalılara atmış olduğu :İkinci şantaj zoka’sı ise, 1939’da olmuştur.
Resmi haritalarında, hâlen, Hatay’ı sınırları dahilinde gösteren (ancak, Ankara’nın diplomatik ilişkilerde bulunmada mahzur görmediği) Suriye, o zaman Fransa’nın denetimi altındaydı. Hatay da haliyle, Suriye üzerinden Fransa’ya ait olmuş oluyordu.
İşte, bu dönemde Türkiye: Fransa ve Avrupa’ya, bu kez : “Nazi Almanya’sı Cephesi “ne ‘girebileceğini’ yine imâ (!) edince, Fransa bu zokayı da yemiş ve ‘Türkiye’nin karşı kampa geçme tehlikesini, bir avuç : Hıristiyan /Müslüman Arap, Ermeni, Rum’un özgür iradelerine feda ederek, Hatay’ı Türkiye’ye armağan etmişti.
Buna karşın ;Türkiye II. Cihan Harbinde, Nazi Almanya’sına karşı resmen ‘tarafsız’ olmuş, ama gerçekte ise gizlice sanayisini, Nazilere krom yetiştirmek için çalıştırmış ve aynı Almanya kaybedince de, ‘Almanya’ya ve Japonya’ya savaş !’ ilân etmişti.
2002’de ise; Kopenhag’da, Türkiye’nin AB’den müzâkere tarihi almak için yaptığı türlü pazarlıklarda, Avrupa artık Türkiye’nin ‘Vallahi, dediğimizi yapın, yoksa biz gereğini yaparız!’ ya da ( sanki insanlarımızın : işkence görmemesi veya refah düzeyinde yaşaması, AB’den önce bizlerin çıkarına değilmiş gibi) ‘Yoksa … AB’ile ilişkilerimizi bir daha gözden geçiririz haa!’ cinsi ‘şantaj zokaları’nı yemedi, ama öte yandan, geçmişte hayal bile edemeyeceği bir şansı, ona, yani Türkiye’ye, vermiş oldu.
Dolayısıyla; Türkiye’nin yine “öz dinamizmiyle, Avrupa’yı şaşırtma” örneklerinden birini (ama bu kez şantaj için değil, tersine hayırlısıyla), daha sergileyip, hele Rodos’taki ‘Gymnich’ tipi toplantısından çıkan :’ Türkiye Kopenhag ölçütlerini, ne denli hızlı yerine getirir, uygulamaya ne denli hızlı geçerse, müzâkereler de o çapta çabuk başlar ‘ mesajını, artık akıllı bir şekilde değerlendirip, çağı yakalaması gerekiyor. Herkesten ve herşeyden önce, bizzat Türkiye ve insanları için…
Yorumlar kapatıldı.