Türkiye’nin bilimselliği ve inandırıcılığı olmayan ‘kırmızı çizgi’lere sahip olduğu tek alan Kürt meselesi değil. Laikliğin tanımlanma ve işlevselleşme biçimi de gayrı gerçekçi bir ideolojik tavır haline gelmiş durumda. Düşünün ki bu laiklik anlayışı kimlerin iktidar olabileceğini, hatta siyaset yapabileceğini belirlemekle kalmıyor; siyasetçiyi de askerin uzantısı haline getiriyor.
Sonra da kalkıp laikliğin demokrasinin “olmazsa olmaz” koşulu olduğu söylenebiliyor. Böyle demokrasi “olmaz olsun” diyeceği geliyor insanın; çünkü bunun demokrasi olmadığı açık. Türkiye’de laikliğin otoriter zihniyet içinde yorumlanması, bu ‘kırmızı çizgi’yi demokrasinin önündeki en büyük engellerden biri kılıyor. Aynı durum Ermeni meselesinde de var: Yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan ve devletin bilgisi ve dirayeti çerçevesinde gerçekleşen bir olaya nesnel bir biçimde bakılamaması; bugün dünyayı kendimize güldüren bir ‘sözde’ edebiyatının arkasına sığınılmasıyla sonuçlanıyor. Ya Kıbrıs? Büyük tehditler ima eden ‘kırmızı çizgi’miz orada da foslamış durumda: Reddettiğimiz Annan Planı’na mahkum bir halde, Kıbrıs toplumunun avuçlarımızın arasından kaymasını izlemekle yetinebiliyoruz.
Kırmızı çizgiye sahip olduğu ve bunu bir devlet politikası olarak tanımlayıp, resmi ideolojinin koruması altına aldığı her alanda; Türkiye net bir başarısızlıkla karşı karşıya. Bu bir tesadüf olabilir mi? Tabii ki değil… Kırmızı çizgiler Türkiye’yi gerçekte var olmayan, hayali bir dünyada var etmeye çalışıyor. Bu politikalar dünyayı kavramakta zorlanan ve değişimden tedirgin olan bir ruh halinin uzantıları. Diğer taraftan Osmanlı’nın parçalanmasıyla başlayan sürecin, tarihsel olarak söz konusu ruh halini nasıl etkilediğini de görmek mümkün: İmparatorluğun Batı çeperinde başlayan milliyetçi hareketlerin merkezde ‘acilci’ bir tavır ürettiğini biliyoruz. Ayrıca Anadolu’nun heterojen yapısının Türk milliyetçiliğinin siyasi sonuçlarının alınmasını zorlaştırmasının da merkezi niçin ‘acilci’ yaptığını anlıyoruz. Bu acilcilik merkez otoritenin daha fazla güç kullanan politikalar üretmesine neden oldu. Daha sonra dindarlar ve Kürtler üzerinde uygulanan sistematik devlet baskısının da…
Acilci bakış sadece merkeziyetçi yönetimin tahkimiyle sonuçlanmadı. Bu tahkimin meşru hale gelmesini sağlamak üzere, acilciliği ‘gerekli’ gösteren bir iç ve dış düşmanlar yelpazesi üretti. Dahası bu acilciliğin sürekli bir referans haline gelmesine yol açacak bir devlet kurumsallaşması oluştu ve tehdit ‘düşmanlardan’ geldiği için de düzeni kollama görevi askere düştü. Böylece askerin siyasetin dışında durur gözükmesine karşın, siyasetin tüm esaslarını ve süreçlerini belirlediği bir yönetim biçimi ortaya çıktı. İktidar olmak, askerin biçtiği çerçeve içinde kalıp teknik düzenlemeleri yapmayı ifade etti. Merkez sağ ve sol kavramları, bu askerî vesayete razı olan kişiliksiz tavırların adı oldu. Siyasetin siyasetçinin elinden alındığı bu düzende, toplumun geleceğine yönelik bütün temel kararlar askerin uhdesine geçti. Merkezde ise, kendisine benzemeyenleri devlete şikayet ederek ayakta kalan bir ‘siyaset erbabı’ türedi. Siyasetin askere havale edilmesiyle birlikte, bu siyaset erbabının önünde sadece çıkar sağlamaya yönelik alanlar kaldı; ve nitekim sırf bu amaçla siyasete girmek ‘rasyonel’ hale geldi. Sonuç hem siyasi hem de iktisadi anlamda derin bir yozlaşmadır…
Kırmızı çizgilerin hikmeti belki de burada. Demokrasi olmayan bir düzene, üstelik demokrasiyi engelleyen ilkelerden ve ilişkilerden hareketle ısrarla ‘demokrasi’ diyorsak; elbet bunun bir hikmeti olmalı.
Yorumlar kapatıldı.