Ahmet İnsel
Her halkın, hatta her insan topluluğunun bir “öteki”si vardır. “Öteki”, tasvip edilmeyen veya küçük görülen davranışların, niteliklerin paratöneri işlevini yerine getirir. Çoğu zaman kendimizde veya ait olduğumuz toplulukta varlığını gözlemlediğimiz veya açıkça teşhis etmesek bile, hissettiğimiz bu olumsuz niteliklerin yükünü üzerimizden atmaya yarar
“öteki”nin varlığı. Kendi zaaflarımız veya kendi kurallarımıza göre doğru, iyi ve güzel olmayan özelliklerimizin, davranışlarımızın görelileştirilmesini sağlar.
“Öteki” çirkindir, ikiyüzlüdür, pistir, tembeldir, korkaktır, haindir, vb… Bunların tümünü veya bir kısmını “öteki”nin özellikleri olarak sayarken, dile getirmediğimiz bir tamlama sürekli bunların önünde yer alır. “Öteki” sadece çirkin değildir, “bizden daha tembeldir”, “daha haindir”, “daha alçaktır”… Bu karşılaştırma dil altında tutulur. Tutulması gerekir. Ama dile getirilmese de, karşılaştırma işlevini yerine getirir. Kendi aşağılık kompleksimizi, kendimizden duyduğumuz ürküntü ve tiksintiyi ifade etmemizi, boşalmamızı sağlar. Bu davranışı bilinçsiz
ırkçılık veya gizli ırkçılık olarak tanımlayabiliriz.
Bazı durumlarda, “öteki”, insanaltı konuma düşürülür. Söz konusu olan,
“öteki”nin düzenli ve sistemli biçimde aşağılanması, alt yaratık olarak dışlanmasıdır. Özellikle de bu aşağılama ve dışlama, uzaktaki veya sanal bir “öteki”ye değil, kendi içinde veya yanıbaşında olana karşı yapılır. Bu davranışı ise, bilinçli veya açık ırkçılık olarak tanımlamak gerekir. Bunun en üst sınırında, “öteki”yi yok etmek, onu dünya yüzünden silmek emeli ve politikası yer alır. Nazilerin hayata geçirdikleri, kadim antisemit geleneği ve olağan ırkçılığın sınırlarını aşan Yahudi soykırımı, dünya tarihinde bildiğimiz en uç açık ırkçılık girişimidir. Naziler, Yahudilerin Alman topraklarından veya Avrupa’dan kovulmalarını değil,
“Yahudi sorununu” toptan çözme emelini uyguladılar. Bu ise, ellerinin eriştiği her yerde ve potansiyel olarak tüm dünyada Yahudi ırkından olanları yok etmek politikasıydı. Bu politikanın Naziler arasında kod adı elbette “nihaî çözüm” olacaktı. Sadece Almanya’da Naziler değil, Fransa’da,
Romanya’da, Bulgaristan’da, Polonya’da, Çek Cumhuriyeti’nde, Yugoslavya’da bu soykırım politikasını destekleyen ve uygulayan yerli antisemit ırkçılar bir çılgınlık nöbeti halinde Yahudi soykırımına katıldılar.
Irkçılığın, ayrımcılık olarak tezahür eden türünde ise, bilinen örnek, ABD’de ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yakın zamana kadar yürürlükte olan siyah-beyaz ayrımcılığıdır. Zencileri yok etmeye değil, onları ikinci sınıf yurttaş bile değil, ikinci sınıf insan olarak görüp, dışlamaya, kendi arasına sokmamaya, eşit haklardan yararlandırmamaya dayalı ırkçı politikaların kökenleri, bir ırkın diğer ırk veya ırklar üzerindeki doğal üstünlüğü inancına gider. “Beyaz ırkın üstünlüğü” inancı gibi, çoğu zaman buna tepki olarak gelişen “siyah ırkın üstünlüğü” inancından beslenen karşı ırçılıklar da gelişebilir. Kendi dini aidiyetinin üstünlüğüne inanarak, diğerlerini alt yaratıklar olarak görmek de ırkçı bir ayrımcılıktır. O kişi veya topluluk, ırk özellikleri, yani değişmesi mümkün olmayan “doğal” özellikleri nedeniyle dışlanıyorlardır. Eğer bu inanç, “öteki”ni kendi içine bir biçimde, örneğin din değiştirerek kabul etme olanağı vermiyorsa, söz konusu olan ayrımcılık değil, karşı tarafı yok etmeye kadar gidecek olan bir ırkçılıktır.
Irkçılık Batı toplumları içinde 19. yüzyılda, kolonyalizmle dünyaya yayılma amacıyla eşanlı olarak, yeniden canlandı. Nazi barbarlığında tepe noktasına ulaştı. II. Dünya Savaşı sonrasında, açık ırkçılık ve ona zaman içinde zemin hazırlayan gizli ırkçılık ve ayrımcılık tezahürleri şiddetle yasaklandılar ve siyasette, çalışma dünyasında ve daha genel olarak kamusal alanlarda bu tür ayrımcı ifadelerin kasıtlı veya kasıtsız kullanımı suç olarak tanımlandı. Irkçılıkla mücadele evrensel bir insanlık görevi olarak kabul edildi. 1980’lerde ABD’de ortaya çıkan “siyaseten doğru” veya “siyaseten temiz” olma akımının püriten yaklaşımı, ırkçılıkla mücadeleyi o güne kadar ulaşılmayan alanlara taşıdı. Zenci yerine “Afikalı Amerikalı”, Kızılderili yerine “doğuştan Amerikalı” veya “kadim Amerikalı” demek, dilden kadın ve erkek farkını ima eden kullanımları çıkarmak gibi girişimler, bazen püritanizme teslim olup rayından çıktı.
TCK 312
TCK’da 312. madde içinde ele alınan yasaklar, tam da bu ırkçı, ayrımcı tavır, girişim ve önerileri tanımlar. Günümüzde bu madde, 141, 142 ve 163’üncü maddelerin yürürlükten kalkmasının yarattığı otoriter baskı boşluğunu doldurmak için, asıl amacı dışında kullanılıyor. Buna karşılık esas amacına, evrensel hukuk anlayışına uygun içeriğine denk düşen, bir ırkı, bir insan topluluğunu aşağılayan eylemlere karşı bu ceza maddesi kullanılmıyor veya çok sınırlı olarak kullanılıyor.
ABD’nin Irak’a saldırısını destekleyen, Türkiye’nin saldıran güç yanında yer almasını savunan kesimler, Irak ordusunun çözülüşünün ardından ortaya çıkan insanlık dramını, orada yaşayan insanların ırk özellikleriyle izah ettiler. “Tahtadan maşa, Araptan paşa” olmaz, “ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” türünden atasözlerinin yansıttığı gizli/latan ırkçılığın açık
ırkçılığa döndüğüne şahit olduk. Özel sohbetlerde, bilgiç bir edayla,
“Arapların Hendek ve Bedir savaşlarından beri savaş kazanamadıklarını”, o galibiyetlerin de başka Araplara karşı kazanıldığı için sayılmayacağını cahilce ifade eden kişiler gördük. Arapların “hain, kalleş ve korkak” olduklarını, son davranışlarıyla bunu bir kez daha gözler önüne serdiklerini, yazılı ve görsel basınımızın gazetecileri, yayın yönetmenleri, köşe yazarları, sunucuları ve yorumcuları dile getirdiler. Benzer değerlendirmeler, Irak Kürdistan’ındaki Kürtlerin ABD yanında yer almalarına tepki olarak, Kürtlerin ırk özellikleri olarak ve tarihten örnekler verilerek dile getirildi. Bunları, kendilerini sol veya liberal görenlerin dilinden de ifade edildiğine şahit olduk.
Gizli ırkçılık gizli eşcinsellik gibidir. Ya bastırıldığı için ya da ortaya çıkma koşulları elvermediği veya olgunlaşmadığı için, gizli eşcinsel olanlar kendi eşcinsel eğilimlerini fark etmezler. Gizli ırkçılar da benzer durumdadırlar. Kendilerine söylediklerinin dört dörtlük bir ırkçı ifade olduğunu, üstelik Türkiye’de Arap ve Kürt milyonlarca insan yaşadığını söylediğinizde, en iyi arkadaşlarının arasında Araplar ve Kürtler olduğunu söyleyerek, kendilerini savunurlar. Her antisemitin de muhakkak bir Yahudi dostu vardır. Türkiye’de ayrımcı bir politika olmadığını hemen iddia ederler. Irkçılık sadece ayrımcı tasarruflarda bulunmayı içermez. Bazen söz, en yaralayıcı eylemdir. Neden “Atatürk’e hakareti” cezalandıran bir kanunumuz var?
Türkiye’de yakın geçmişte, koşulların olgunlaştığı dönemlerde Ermenilere, Rumlara, Yahudilere karşı ırkçı devlet tasarruflarının nasıl uygulamaya sokulduğunu biliyoruz. Bunları o zamanlar destekleyenlerle, bugün Araplar ve Kürtler hakkında aşağılayıcı tanımları birbiri ardına dizenler arasında bir devamlılık var. Gizli ırkçılığın bir kez daha su yüzüne çıkışına şahit oluyoruz. Batı dünyası karşısındaki ezikliği, Arabı, Kürdü tahkir ederek örtmeye çalışıyorlar. Bu toplumun tabanında gizli biçimde yaşayan ırkçı reflekslerle titreşim içine giriyor. 312. maddeyi “devleti korumak” perspektifinde uygulamaya şartlanmış savcılar, bu maddede tanımlanan suçların basında, siyaset meydanlarında, kamusal alanlarda alenen işlendiğini görmelerine rağmen kamu davası açmıyorlar. Çünkü Türkiye toplumunun ortak bilinçaltında yatan bu ırkçı refleks, bu eylemlerin suç olarak görülmesini engelliyor.
Araplara, Kürtlere kötü ve çirkin özellikler atfederken, kendimizi yücelttiğimizi sanıyoruz. Ben bu Türkiye’den, bu Türkiye’nin çirkin yüzünün aynası olan medyanın büyük bölümünden utanıyorum.
Yorumlar kapatıldı.