İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal: Milliyetciliğe tanım gerek

AYŞE HÜR

Avrupa Parlamentosu, iki hafta önce Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu ile ilgili görüşlerini bir raporda topladı. Bu raporda yer alan bazı düşünceler ve kullanılan dil, Avrupa’da ve Türkiye’deki çeşitli çevrelerce ağırlıklı olarak ‘Musevi-Hıristiyan’ kültürü merkezli bir bakış açısını içermekle suçlandı.

Raporun en dikkat çekici cümlelerinden birisi ‘Türk devletinin temel felsefesi olan Kemalizm ideolojisinin, Türkiye devletinin bölünmez bütünlüğünün bozulmasına yönelik korku yarattığı ve aşırı Türk milliyetçiliğini körüklediği’ yolundaki ifadeydi. Acaba Avrupa Parlamentosu’nun bu saptamaları tümüyle önyargıya mı dayanıyordu? Buna yanıt bulmak için Kemalizm ideolojisinin milliyetçilik boyutunun tarihsel süreç içinde nasıl biçimlendiğine, devletin yönetici elitinin bu
ideolojiyi nasıl özümsediğine ve uyguladığına bakmakta yarar vardır.

Türk ulusu fikrinin doğuşu

Türk adı Orhun Yazıtları’ndan beri biliniyordu ama Türk milliyetçiliğinin babası Ziya Gökalp’e göre 1900’lerden önce halkın kolektif bilincinde ‘Biz Türk ulusuyuz’ düşüncesi henüz oluşmamıştı. Nitekim Türk sözcüğünü etnik kategori olarak ilk defa kullananlar Türkler değil, Avrupalılardır. 18. yy. ortalarında Türklerin yabancılar tarafından Türk olarak
‘etiketlenmesi’ni Osmanlı ülkesinde Türk dili ve kimliği üzerine yoğunlaşan fikir hareketi izledi.

Kürt asıllı Ziya Gökalp, Tatar asıllı Yusuf Akçura ve Kırım Türk’ü Gaspıralı İsmail gibi ‘Türk’ olmayan düşünürlerin Avrupalılardan 200 yıl sonra geliştirdiği ‘Türk ulusu’ fikri, doğal olarak etnik temelden çok ortak dili, kültürü ve eğitimi vurguluyordu, ancak 1918 tarihli Mondros Mütarekesini izleyen yıllarda, ortak düşmana karşı tavır alan Osmanlı yurtseverliğinin esasını modern anlamdaki bu ulus fikrinden çok İslam ümmetine dayanan türde bir milliyetçilik oluşturacaktı. Nitekim Erzurum ve Sivas kongrelerinde Lazlar, Çerkezler, Türkler ve Kürtler arasındaki ortak din bağı vurgulanırken, bütün Müslümanlar Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’nin doğal üyesi olarak tanımlanıyordu.

Dine ve Osmanlı yurtseverliğine yapılan bu vurgu 1920 yılı Ocak ayında kabul edilen Misak-ı Milli belgesinde ve 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışında da korundu. Türkiye adı ise ilk kez 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda kullanıldı. 1923 Lozan Antlaşması’nda Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler azınlık olarak tanımlandıkları için geriye Türk’ün kim olduğunu tespit etmek kalmıştı. 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye
ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) itlak olunur” denilerek tekrar Ziya Gökalp tipi bir milliyetçiliğe yaklaşıldı ama maddenin kabulü sırasında ilginç tartışmalar yaşandı. Örneğin Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’e göre Yahudiler, Ermeniler, Rumlar Türkiye’nin dilini ve kültürünü benimseyene kadar Türk milletinin parçası sayılamazlardı. Celal Nuri (İleri) Bey’e göre ise sadece Türkçe konuşan Hanefi Müslümanlar gerçek Türk vatandaşı idi. Yani çoğu Şafii olan ve Türkçe konuşamayan Kürtlerin Türk vatandaşı olmadığı ima ediliyordu. Bu tarihten itibaren Mustafa Kemal Atatürk ve Meclis üyeleri tarafından Türkiye ve Türk sözcükleri daha sık kullanılmaya başlandı. ‘700 senelik Osmanlı tarihi’ yerine ‘1500 yıllık Türk tarihi’ne vurgu yapılmaya başlanmıştı, ancak hiçbir zaman Türk ve Türkiye terimlerinin ne anlama geldiği açıklanmadı.

Rota 1930’da netleşti

Türklük meselesinin geleneksel toplumu modern bir topluma dönüştürmenin dinamosu olarak kullanıldığı 1923-1938 arası, aynı zamanda bu politikaya karşı ciddi dirençlerin yaşandığı bir dönem oldu. Tarihi 1870’lere kadar götürülen Kürt milliyetçiliği, 1920’lerde gerek Batılı güçlerin politik manevraları, gerekse Kürtler arasında ulusal bilincin henüz oluşmaması yüzünden, bağımsızlık hedefine ulaşamamıştı ama bu tarihler arasında patlak veren 18 isyanın 17’si Doğu Anadolu’daydı ve Kürtler bunun l6’sına katılmışlardı. Gerçi bölgede çıkan bu isyanların dinsel mi, etnik mi temellere dayandığı, yoksa merkezileşmeye karşı tepki niteliğinde mi olduğu meselesi hâlâ tartışılmaktadır, fakat sonuç Türklük bilincinin daha çok vurgulaması olmuştur.

Ancak Türklüğün tanımının nasıl yapılacağı konusunda kafalar karışık olmalıdır. Çünkü örneğin 1930 yılında Demiryolları İdaresi’nde çalışan gayrimüslim personel işten çıkarılırken Romanya’da yaşayan Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göç isteği Gagavuzların Hıristiyan olduğu gerekçesiyle reddedilmiş; buna karşılık Arnavutlar, Boşnaklar ve Pomaklar gibi Türkçe konuşmayan müslümanların Türkiye’ye göçmesine izin verilmişti.

Ancak 1930’da rota belirginleşti ve Orta Asya’da sadece Türk dilinin konuşulduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi ile Anadolu’daki bütün uygarlıkların Türk kökenli olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi geliştirildi. Aynı yıl ‘Kürtlerin dillerini kaybetmiş Türk asıllılar olduğu’ tezi ortaya atıldı. 1933’te Türklerin yüksek meziyetlerinin övüldüğü ‘Onuncu Yıl Nutku’nu 1934’te Türkiye’deki halkı ‘Türkçe konuşan ve Türk etnisitesinden olanlar’, ‘Türkçe konuşmayan ve fakat Türk kültüründen sayılanlar’, ‘ne Türkçe konuşan ne de Türk kültürüne ait olanlar’ diye üç gruba ayıran İskân Kanunu’nun kabülü izledi. Bu kanunda Kürtlerin hangi kesime dahil oldukları belirtilmiyordu, ama 1936’da Tunceli (Dersim) Valisi Abdullah Alpdoğan Paşa, Kürtlerin ‘özünde dağ Türkleri’ olduğunu söyleyerek konuya açıklık getirdi. 1942-1944 arasında, savaşta aşırı kazanç sağlayanları vergilendirmek için konulduğu ileri sürülen Varlık Vergisi esas olarak gayrimüslimlere uygulandığında anlaşıldı ki Türklüğün tanımı vatandaşlık temelinde yapılmıyordu.

Milliyetçiliğe balans ayarı

Ancak etnik temel ile dil meselesi konusunda henüz kafalar karışıktı, çünkü Türk etnisitesinden olmayan unsurların kökeni reddedilerek, aynı potaya dahil edilmeye çalışılıyor, bu birlikteliğin çimentosu olarak da Türk diline vurgu yapılıyordu.

1950 seçimlerinde CHP Hakkâri’deki oyların tamamını aldığında Kürtlerin Türk ulusu ile bütünleştirilmesi politikası başarıya ulaşmış görünüyordu. Nitekim 1950’den itibaren Demokrat Parti’nin liberal politikaları Doğu illerinde büyük ilgi görmeye başladı. 1970’lerde ise durum tersine döndü ve başta Kürt meselesi olmak üzere etnik hassasiyetlere daha çok vurgu yapılmaya başladı. Ancak bu durum uzun sürmedi ve her fırsatta Atatürkçülüğü vurgulayan 1980 askeri müdahalesi, fazla gevşediği düşünülen Türk milliyetçiliğinin ‘betonlaşması’ için iyi bir fırsat oldu.

1981’de CHP Milletvekili şerafettin Elçi’nin bir söyleşide “Türkiye’de Kürtler vardır. Ben bir Kürdüm” dediği için askeri mahkemede bir yıl hapse mahkûm olması yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1982 Anayasası bu tür olaylara karşı tedbirini almakta gecikmeyecek ve ‘Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyet’i koruma görevini’ en öne koyarken Anayasa’daki ‘Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz’ ifadesini 1983’te çıkarılan Kürtçe yasağı ile güçlendirecekti.

En büyük sorun Kürtler

Bu dönem ayrıca Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun 1930’ların söylemlerine uygun biçimde yeniden yapılandığı ve Kürtlerin aslında Türk olduğunu ileri süren yayınlarda bir patlamanın yaşandığı bir dönemdi. Ne yazık ki Türk milliyetçiliğinin şahlanışını Kürt milliyetçiliğinin atağa geçmesi izledi. O günlerde aktif olan 10 kadar Kürt ayrılıkçı gruptan en tehlikelisi olan ve bağımsız bir Kürt devleti kurmaktan federasyona kadar pek çok ayrılıkçı talep geliştiren PKK’nın Türkiye’ye maliyeti çok yüksek oldu. 1984-1999 yılları arasında PKK ve güvenlik güçleri arasındaki çatışmalarda yakla-şık 30 bin kişi hayatını kaybetti, 400 milyar dolar civarında bir harcama yapıldı. Yasalardaki ve uygulamalardaki antidemokratikleşme ise cabası oldu.

1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra, AB’ nin de baskısıyla etnik meselelere daha hoşgörülü yaklaşılmaya başlandıysa da yönetici kadroların önemli bir kesimi hâlâ bu konuya yönelik ilgilerin, Türkiye’nin parçalanmasıyla sonuçlanacağını düşünmektedir. İlk olarak 1995 yılında dillendirilen ‘Sevr’in dirilmesi’ korkusu yüzünden Türk milliyetçiliği bir türlü yeniden tanımlanamamaktadır. ASALA terörünün de etkisiyle, sayıları 50 bini bile bulmayan Ermenilere karşı kuşku duyan, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını ya da Fener Rum Patrikhanesi’nin mülk satın almasını Bizans’ın diriltilmesi planlarına kanıt olarak gören Atatürkçü ideologların varlığı bir sır değildir, ancak en büyük mesele hâlâ Kürt meselesidir.

‘Etnik-kültürel mozaik’ten söz edenleri vatan hainleri sayanların artık konuya ‘etnik-kültürel beton’ mantığı dışında bakmaları; 1930′ lu yıllarda ulus-devlet yaratma projesinde önemli bir rol oynayan etnisiteye ve dile dayalı Türk milliyetçiliğini vatandaşlık temelinde yeniden tanımlamaları gerekmektedir. Bu arada onlardan demokratikleşme, çokkültürlülük, ortak toplumluluk, özerklik, federatif yapılar ve ayrılma gibi konular üzerinde de kafa yormaları beklenmektedir. Ancak bu şekilde Avrupa Parlamentosu’nun kuşkularının yersiz olduğu konusunda argümanlar geliştirmek mümkün olacaktır.

Ayşe Hür: Araştırmacı

Yorumlar kapatıldı.