Murat Belge
Dünyada son birkaç ayın gelişmeleri Türkiye’yi çok kötü yakaladı gibi geliyor bana. Bu gelişmeler, ayrıca, AKP’nin seçim kazanıp hükümet kurmasıyla da aynı zamana denk geldi. Dolayısıyla, ‘kötü yakalanma’ durumunda kalanın hükümet olduğu da söylenebilir -daha doğrusu, birileri ha bire bunu söylüyor ve var olan felaketten hükümet aleyhine yararlanmaya çalışıyor. Oysa bu, hiç doğru değil. Türkiye’nin birçok alanda ‘köşeye sıkışması’nın nedeni, hükümetle hiçbir şekilde ilgili değil. Türkiye, kendi tarihinin, kendi kararlarının ve kararlı tavrının sonucunda bugün burada. Hatta bu hükümet, o kararların ve o bilinçli tavrın ürünü olmadığı için, söz konusu ‘köşeye sıkışma’ durumuna karşı bir ‘çare’ dahi olabilirdi. Ama ‘derin Türkiye’ bunu hiç istemediği için, hükümeti de her konuda kendine benzeterek, dünyadan soyutlanmaya devam ediyor.
İki gün önce Avrupa Birliği’ne yeni katılan ülkelerin imza töreni, Türkiye’nin bu kendini dünyadan soyutlama politikasında ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesiydi. Şüphesiz bu başarının pek çok göstergesi var, ama bu tören ayrıca AB tarihinde kayda değer bir dönemeci temsil ettiği ölçüde, Türkiye için de simgesel önemi -negatif biçimde- büyüktü.
Basında, bunun bu şekilde gerçekleşmiş olmasının Türkiye için ne kadar acı olduğunu söyleyen manşetler atıldı. Bizim gazete ‘Gurur Duyun’ diyordu. Avrupa Birliği’nde bulunmanın anlamını bilenlerimiz açısından, evet, böyle; ama Türkiye’nin siyasi doğrultusu ve dolayısıyla dünyadaki yeri üzerinde çok daha fazla belirleme hakkı ve imkânı olan kesimlerde bu durum ‘acı’ filan değil; tersine bir zaferi temsil ediyor. ‘AB üyeliği bizi Atatürk yolundan çıkarır’ diyen çevreler o imza töreninden herhalde gerçekten gurur duydular.
Böylece, Kıbrıs üzerindeki jeopolitik varlığımızı devam ettirme imkânımızı elde tutuyoruz.
Bu ‘köşeye sıkışma’ durumu üstüne yazanlardan bazılarında, bizi buraya getiren temel anlayış ve temel politikaları değil de, başvurulan taktikleri, uygulamayı sorumlu tutar ve suçlar bir hava görüyorum. Sözgelişi, imza törenine hiç katılmamayı, Denktaş’ın da dediği gibi, destekler bir hava. Anlaşılıyor ki bunlara göre çözüm, şimdikinden daha fazla faşistleşmekte yatıyor.
Kıbrıs’ın AB’ye girmesini engelleyememişiz.
Bu da bizim başarısızlığımızı gösterirmiş.
Oysa, hayır, bunu zaten engellemek mümkün değildi. Başarısızlık, mümkün olmayanı temel politika haline getirmekte yatıyordu.
Hem Avrupa’dan, hem Amerika’dan uzaklaştığımızı da herkes söylüyor. Amerika’yla sorunumuz, onların askerine Türkiye’den geçiş hakkı vermemizle vermememizle, yanlarına katılmamızla katılmamamızla ilgili bir şey değil. Son analizde, Türkiye’nin Kürt konusuna (Türkiye sınırları içinde ve dışında) bakışıyla, ABD’nin bakışı arasında gitgide büyüyen bir mesafe var. Sorun bununla ilgili. Ayrıca yalnız ABD değil, AB ve çeşitli başka ülkelerle de aramızdaki görüş farkı büyüyor.
Burada da sorun, dediğimizi dünyaya kabul ettirmekte beceriksiz kalmamız falan değil. Dünyanın genel gidişine ters düşen, bu nedenle uzun vadede savunulur olması imkânsızlaşan bir pozisyonu ‘temel politikamız’ haline getirmek. Yani Kıbrıs bağlamında olanın tıpkısı.
Ve gene burada da, geldiğimiz noktadan memnun olması gerekenler var. Maksat izolasyon değil mi? İşte, buyurun size izolasyon.
Ama Amerika’dan ayrı düşmek Avrupa gibi değil. Buna üzülenler daha kalabalık.
Şimdi, bu izolasyon çemberi daralırken, Türkiye’ye bozulmuş Bush önderliğinde ABD’de Ermeni Kıyımı’nın Congress’de kabul göreceği endişesi de büyüdü. Bu olursa, birileri gene savaşa karşı çıkanları, mahut tezkereye engel olanları suçlayacak. Hazırlanıyorlar.
Oysa bu Ermeni konusunda da Türkiye uzun vadede kabul edilemeyecek bir pozisyonu temel politika haline getirmişti.
‘Neden bizim dediğimiz olmuyor?’ diye hayıflanmanın bir anlamı yok. ‘Bu politikaları nasıl oldu da bu kadar uzun zaman sürdürebildik?’ diye sevinin, ‘gurur duyun’.
Yorumlar kapatıldı.