1991 yılında Azerbaycan’da savaş çıkmıştı. Ermenistan, Dağlık Karabağ’ı işgal etmiş, Azerbaycan da topraklarını
geri almak için savaşmaya başlamıştı.1991’deki savaş yıllarca sürdü. Bugün bile tam barış sağlanamamış durumda. Aynı coğrafyada yaşayan iki kardeş millet birbirlerine karşı yıllarca dış destekler sayesinde savaştıktan sonra, imzalanan ateşkes anlaşmasıyla savaşı durdurdular
Bugün, birbirlerine mermilerle karşılık vermiyorlar ama hala bu iki toplum da, birbirlerine ne kadar benzediklerini ve aynı toprakların insanları olduklarını, aralarında bir toprak kardeşliği olduğunu anlayabilmiş değil.
Bu savaşı 1991’den itibaren izlemiştim. O yıllarda çalışıyor olduğum Sipa Press Ajansı için Dağlık Karabağ bölgesine gitmiş ve cephede bulunmuştum. 1994 yılında bu bölgeye gittiğimde, aynı manzaralarla karşılaşmıştım. Birbirlerine karşı savaşan deneyimsiz askerler. Ermeniler daha şanslıydılar çünkü tüm dünya Ermenileri’nden destek görüyorlardı. Azerbaycan Halk Cephesi’yle birlikte Dağlık Karabağ’ın kuzeyindeki Agdam bölgesine gitmiştim. Bölgede savaşın tüm izleri vardı. Yol boyunca zırhlı araçlar, Katyuşa roketleri… Cepheye vardığımızda, Ermeni tarafından gönderilmiş bir roket, hemen yanıbaşımızdaki fabrikaya düşmüştü. Ermeniler’in asıl hedefi, fabrikanın yanındaki Halk Cephesi’nin karargahıydı. Daha cepheye vardığım anda, sıcak savaşın içine düşmüş gibiydim. Ölümle burun buruna gelmiştik ama hızla kaçıp kurtulmayı başarmıştık.
Tiyatro sahnesi
Beraberimde birçok Türk gazeteci arkadaşım da vardı, birlikte hareket ediyorduk. Akdam, Dağlık Karabağ sınırları içerisinde en önemli yerleşim merkezlerinden biriydi. Dağlık Karabağ’ın Ermenilerce tek taraflı başkent ilan ettiği ve Azeriler tarafından Hankendi olarak adlandırılan Stapanekert’e giden ana yol, buradan geçiyordu. Ermeniler, Akdam’ı aldıkları takdirde Azeriler’in Şuşa ve Akdam’a ulaşabildikleri en kısa yol olan toplam yaklaşık 30 kilometrelik yol elden çıkmış olacaktı. Azeriler, o zaman Şuşa veya Laçin’e gitmek için, daha uzun ve güvensiz yol olan Kubatlı yolunu seçmek zorundaydılar.
Baku’de savaşın etkisi pek görülmüyordu ama Akdam farklıydı. Kaos hakimdi, binaların etrafından dolaşan doğalgaz boruları yer yer isabet almış, yanıyorlardı. Şehir geceleri sürekli bombardıman altındaydı. Cephe, Akdam’a yakındı. Halk Cephesi’ndekiler, Türk olduğumuz için bize çok yakın davranıyorlardı. Karargahlarında bizim için yataklar hazırladılar ve yedikleri kuru ekmeği bile bizlerle paylaştılar. Çok sıcakkanlıydılar. İşin kötüsü, çoğu o kadar gençti ki, daha çocuk denecek yaşta savaşmak için cepheye gönderilmişlerdi ve hiçbir deneyimleri olmadığı için adeta telef oluyorlardı. Traji-komik bir tiyatro sahnesiydi bu savaş alanı.
Dağılan SSCB Ordusu araç, silah ve mühimmat açısından hem Azeriler’e, hem de Ermeniler’e yardımda bulunuyor, ellerindeki askeri malzemeleri iki tarafa da kiralıyordu, hatta lojistik destek bile veriyordu. Böylece, savaşı bir kısır döngü içine sokup, uzatılabildiği kadar uzatmayı amaçlıyorlardı.
Bir gün Azeriler ve Ermeniler’in ortaklaşa yattığı tek mekan olan mezarlıkta çatışmalara tanık olmuştum. Her iki tarafın da mahalleleri ayrıydı fakat mezarlıkları ortaktı. Ölümde birleşiyorlardı. Mezarlıkta yapılan çatışmada, birden komutanlardan biri bağırıyor, ‘şimdi esir değişimi yapacağız’ dediği anda silah sesleri susuyordu. Sanki bir Hollywood filmi izliyor gibiydim. Birbirleriyle megafonlarla konuşup, şimdi savaş zamanı, şimdi barış zamanı diye çatışmaya ne zaman başlayacaklarına bile karar veriyorlardı. Bu esir değişimi sırasında tek bir kurşun sıkılmamış, komutanlardan birinin kız kardeşi karşılığında 10 esir alınıp verilmişti.
Bir gece, yattığımız yere gelen bir telsiz operatörü, tüm bu savaşın nasıl bir oyun halini aldığını bizlere apaçık göstermişti. Telsizin sesi öylesine açıktı ki, saldırıya uğradığımızı düşünüp, yerlerimizden sıçramıştık. Çok geçmeden anladık ki, Azeriler’in telsiz operatörü sağırdı. Böyle manzaralarla karşılaşıyor ve nasıl bir savaş sürdüğünü anlayamıyorduk. Bir tiyatrodan farksızdı ama bu oyunda insanlar ölüyordu.
Cephede en ön saflara kadar gitmiş, Azeri Halk Cephesi’yle birlikte hareket etmiş, onların savaşmadıkları zaman neler yaptıklarını izlemiştim. Birçoğu, toplandıklarında memleketlerine dair şarkılar söylüyordu. Yemekleri sadece kurumuş ekmekle sıcak suydu. Bir de kekik çayı içiyorlardı sıcak sıcak. Dağlarda ayaz altında, saçlarını bardak olarak kullandıkları kavanozlara doldurdukları sıcak sularla yıkamaya çalışıyorlardı. Yaşadıkları kötü koşullara rağmen ümitlerini hiç kaybetmiyorlardı. Birçok kez ölümle burun buruna geliyorlar, atılan bombalardan kıl payı kurtulduklarında çocuklar gibi seviniyorlardı. İnanılması çok güç bir savaştı.
Petrol cenneti Baku
Baku’de İstiklal Oteli’nde kalmıştım. Azatlık Meydanı’ndaki bu otel çok iyi bir otel değildi ama yabancılar için çok pahalıydı. Yine de biz Türk olduğumuz için bir ayrıcalık tanımışlardı ve Azeriler’le aynı fiyatı uygulamışlardı. Otelin Rusya’daki tüm binalara özgü bir neft kokusu vardı. Hazar petrolleri nedeniyle çok önemli bir yere sahip olan Baku’ye 1900 başlarında gelen uluslar arası şirketler, burada mimarinin muhteşem örneklerinin oluşmasına katkıda bulunmuşlardı. Dünyanın en zengin şehri olabilecekken, Baku fakirdi. İnsanlar Rus dönemini övüp duruyorlardı. Maaşları çok düşüktü, üstelik savaş nedeniyle bu şehir, Azerice tanımlamasıyla ‘kaçkınlar’ yani göçmenler şehri olmuştu. İşsizlik, politik kaos, yolsuzluklar, rüşvet… Baku mutsuzdu. Halk ‘Ruslar zamanında biz kazandığımızla arakımızı (votka) içer, etimizi yerdik. Şimdi hem arak hem et pahalı’ diye söyleniyordu. Her ne kadar 1991’den 1994’e gelindiğinde, yabancı yatırım yapmak isteyenlerin sayısı arttıysa da, şehir merkezinde eski canlılığı bulmak mümkün değildi.
Baku’de bir de asker kaçakları vardı. Çok genç ve deneyimsiz oldukları için askere gitmek istemeyenler, sık sık yapılan sokak kontrollerinde kendilerini ele veriyorlar, yaka paça cepheye gönderiliyorlardı. Cephedeki durumlarını görmüştüm. Yüzmeyi bilmiyorlardı ama denize atılmışlardı. Birçoğunun sonunda, kurşunlara hedef olmak vardı.
Yorumlar kapatıldı.