Avni ÖZGÜREL
Osmanlı padişahları Abdülhamid’e gelene kadar şahısları için mülk
edinmediler. Abdülmecid, Beyrut’ta Resulayn Çiftliği’ni satın almış ama kendi adına tapulamaktan çekinmişti. Abdülaziz’in arazi satın almayı düşündüğü ama buna cesaret edemeyip vazgeçtiği de biliniyor. Önceki padişahlar, geliri saltanat makamının harcamalarına tahsis edilen ve ‘havass-ı hümayun’ diye anılan araziler yanında hanedan mensuplarının ikametlerine tahsis edilen binalara hayatta oldukları sürece tasarruf edebiliyorlardı.
Tanzimat’ın ilanıyla sultanlar ikametlerine tahsis edilen binalarda oturma olanağı dışında yıllık 12 bin 500 lira maaşla yetinmek zorunda kaldı. Fikir vermesi bakımından söyleyeyim ki; aynı dönemde Fransız Frangı üzerinden yapılan bir hesapla Rus çarı yılda 34 milyon, Avusturya-Macaristan İmparatoru ve Alman İmparatoru 19,5 milyon, İtalya Kralı 16 milyon, İngiltere Kralı 13,5 milyon frank ödeneğe sahiptiler.
Bu hesaba göre Abdülhamid’in yıllık geliri 12 milyon frank ediyordu.
İşadamı Abdülhamid
2. Abdülhamid’in şahzadeliği sırasında gelirini borsada oynayarak artırdığı biliniyor. Tahta geçince ilk iş olarak güvenebileceği bir Hazine-i Hassa Nazırı aradığı da. Osmanlı Bankası’na başvurarak ‘güvenilir bir eleman’ isteyen padişaha önerilen isim Agop Kazas adında bir memurdu. Abdülhamid onunla çalışmayı kabul etti; paşalık unvanı verdi ve Dolmabahçe Sarayı’nda daire tahsis etti. Padişahın servetinin idaresinde öylesine başarılı oldu ki Agop Paşa iki defa Hazine-i Hassa Bakanlığı uhdesinde kalmak şartı ile Maliye Bakanı da oldu.
Osmanlı Bankası’yla devletin ilişkilerinde gerilimlerin yaşandığı, borçlanmalarda Hazine lehine faiz indirimlerinin yaptırıldığı, Osmanlı maliye memurlarının muhasebe bilgisinin sınırlı olması sebebiyle fark edemedikleri hesap hataları yüzünden Hazine’nin uğradığı zararların tazmin ettirildiği bir dönem oldu onun iktidar devresi.
Hassa mülklerine tapu
Agop Paşa devletin kredi ilişkilerinde o zamana kadar tek kaynak olarak görülen Osmanlı Bankası’na alternatif olarak Kredi Liyone Bankası’nı devreye sokan kişi olarak da dikkat çekti. Sonuçta Osmanlı Bankası’nın hışmına uğrayıp Maliye Bakanlığı’ndan uzaklaştırıldı, Hazine-i Hassa Bakanı’yken Abdülhamid’in hediye ettiği bir ata binerken düşüp öldü.
İlk olarak kimi hassa mülklerinin tapulu olarak Abdülhamid’in üzerine geçmesini sağladı Agop Paşa. Padişahın gözünde ‘prima’ydı: “Ben hemen hemen bir şehir halkı kadar insanı geçindirmekteyim. Yıldız Sarayı mensuplarını ve memurların üçte birini. Ayrıca Halife olmam dolayısıyla kesem bütün dünya Müslümanlarına aittir. Büyük bir servet yapabildiysem bu Agop Paşa’nın dirayeti sayesinde olmuştur. Mülkümü gayet iyi idare etmiş, yılda 500 bin altın gelir getirecek hale koymuştur. Özel kişilere ve vakıflara ait olmayan araziyi Sultan Malı ilan etmek fevkalade bir fikirdi.”
Mikael Portakal Efendi
Agop Paşa gibi becerikli bir insanı kaybettikten sonra Abdülhamid onun yetiştirdiği bir diğer Ermeni asıllı maliyeciye emanet etti şahsi servetinin idaresini: Mikael Portakal Efendi. Maden ve petrol işletme imtiyazlarını Abdülhamid’in şahsi mal varlığı haline getiren isim o oldu.
Türk asıllı Başmabeynci Ragıp Bey’in Güney Afrika’daki altın madenlerinin hisse senetleri üzerinde yaptığı spekülatif alım- satımlardan sonra Abdülhamid’in şahsi serveti 8 milyon altın düzeyine ulaştı. Bu durum herkes tarafından biliniyordu.
Kalem sahipleri eleştiriyordu
Onlarca kalem sahibi dayanamayıp alenen Abdülhamid’in durumunu eleştiriyordu. Örneğin şair Eşref: “Cihanda padişahım hayret efzadır fütühatın/Ahalinin elinden zaptolunmuş çiftlikatın var/Ne mutlu memleket, gittikçe artar feyz u lütfunla/ Memalikte (memlekette) senin milyon kadar müstemlekatın (sömürgen) var” diyordu; Mizancı Murad’ın gözünde Agop Paşa ve yetiştirmesi maliyeciler ‘Yıldız çetesi’ydi. Sadece Bağdat ve Musul vilayetlerindeki çiftliklerin yıllık gelirinin 150 bin altına ulaştığının
bilinmesi öfke kabartıyordu.
Sonuçta Abdülhamid tahttan indirildi ve on sene kadar sonra 1918 Şubat’ında öldü. Yerine geçen padişahlar (Sultan Reşad ve Vahidettin) onun serveti konusunda bazı kararnameler yayımlayıp malların Hazine’ye intikali için girişimde bulundu, ama savaş ortamında kesin sonuca ulaştıramadı.
Cumhuriyet dönemi
Milli Mücadele sonrası Ankara, 1922 yılının Kasım’ında saltanatı, 1924 yılının Mart ayında hilafeti kaldırıp hanedan mensuplarını hudut dışı etme kararını alınca bu sorun yeniden gündeme geldi.
Gerçi çıkarılan kanunda padişahların Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki tapulu mallarının ‘millete intikal ettiği’ belirtiliyordu ama Abdülhamid’in vârisleri onun ölümüyle malların kendilerine geçtiğini, dolayısıyla ‘padişah mülkü’ olmaktan çıktığı için kanunun kapsamı dışında kaldığını öne sürerek dava açtılar.
Uzun bir hukuki sürecin ardından Yargıtay’da haklılıklarını tescil ettirdiler de. Ankara sorunu kökten çözmek için 1949’da yeni bir kanun çıkarmak zorunda kaldı. Varisler o ana dek tapuda adlarına tescil ettirip satabildikleri emlaktan (Toplam 10 bin 200 parça emlak söz konusuydu) sağladıkları kazançla yetinme durumuna geldiler.
Uluslararası dava
Türkiye hudutları dışına çıkarılan hanedan mensupları yoksulluk içine düşünce (örneğin Vahidettin kendisine hediye edilen çok kıymetli bir yakutu ünlü mücevheratçı Cartier’e rehin vermiş ve aldığı borcu ödeyemediği için bu taş açık artırmayla satılmıştı) Türkiye dışındaki mallar sorununa uluslararası hukuk alanında çare aradılar. Bunun ilk sonucu Amerikalı bir hukuk firmasının vekil tayin edilerek İngiliz hükümeti aleyhine dava açılması oldu.
Mandater ülke sıfatıyla, Musul petrolleri üzerindeki işletme imtiyazının varislere devri isteniyordu. İlk hesaplamalara göre bu imtiyazların yıllık getirisi 20 milyon İngiliz altınıydı. İsviçre Federal Mahkemesi’nde kazandığı davalarla adını duyurmuş Pelli adında bir avukatın özel
olarak kaleme aldığı hukuki mütalaadan destek alan varislerin haklılığı Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörleri tarafından da kabul ediliyordu. Öte yandan hanedan mensuplarının durumuna üzülen emekli bir İngiliz subayı da onların işini takip ediyor, kimi olumlu sonuçlar elde edilmesini sağlıyordu.
300 milyon altınlık servet
Öyle ki, bu kişi söz konusu hakların intikali sonucu elde edilecek kazanca dayalı bir şirket kurup bazı fırsatçı yatırımcıların ilgisini çekmeyi başardı. İngiliz basını Abdülhamid’in hayatta kalan dokuz eşi ve 13 çocuğuna kalan ve 300 milyon altınlık değere ulaşan servete dair haberlerle çalkalanır oldu. İngiltere hükümeti kraliyet ailesinin uyarısıyla vârislerin miras hakkına açıktan tavır almak yerine uzlaşma yanlısı bir tutum sergilemeye başladı, Londra’nın tutumunu değerlendiren Fransa da ‘ne olur ne olmaz’ düşüncesiyle Lübnan Bankası’na bir miktar ihtiyat parası yatırdı.
Bu arada hanedan mensuplarına geçeceği düşünülen petrol imtiyazlarından alınacak payı değerlendirme amacıyla 27 milyon Kanada Doları sermayeli dört ayrı şirket daha kurulmuş, Lübnan’daki Beyrut Amerikan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin dekanı Osmanlı hanedanı mensuplarının vekâletini alıp dava açmıştı.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde açılan davalar dolayısıyla bunların hepsini değerlendirip bir karar vermek üzere üç özel mahkeme kuruldu. Türk-Fransız Karma Mahkemesi, Türk-İngiliz Karma Mahkemesi ve Türk-İtalyan Karma Mahkemesi. Avrupalılar alınacak kararın altında Ankara’nın imzasının bulunmasını istiyorlardı.
‘Sınırlarımızın dışında kaldı’
Ancak kurulan bu üç mahkemenin yargıçlarının ayrı ayrı toplanıp
‘yetkisizlik’ kararı verdikleri ilan edilecekti. Türkiye’yi temsil eden hukukçular, “Bunlar sınırlarımız dışında kalan yerlerdeki padişah mülkleri bizi ilgilendirmez” demişler; İngiliz, Fransız ve İtalyan yargıçlar işlerine gelen bir yaklaşımı karara dönüştürmüşlerdi.
Vârislere bu hayal kırıklığının ardından yeni kurulmuş Ortadoğu devletleri aleyhine dava açmaktan başka yol kalmıyordu.
Irak durumu öğrenir öğrenmez İngiltere’nin uyarısıyla bu yönde hak talebiyle dava açmaya teşebbüsü suç sayan bir yasa çıkardı. Londra ortalıkta kendisi görünmek istemiyor, göründüğünde de vârisler lehine tavır açıklıyordu. Bundan dolayı Filistin’de açılan dava bir ara kazanılır gibi oldu.
Dava on yıl sürdü. Dosya, Yafa’dan Kudüs’e, Kudüs’ten Londra’ya gönderildi, sonra tekrar Kudüs’te kaldı.
Fermanın hükmü kalmadı
Vârislere 1944 yılında, “Yahudi göçüne imkan sağlayacak arazilerin mülkiyetini devir ve davadan Yahudi vakıfları lehine feragat belgesi karşılığı Irak petrollerinin işletmesinden payla birlikte para” önerildi. Alınan ret cevabının ardından 1945’te Kudüs İstinaf Mahkemesi davayı reddetti. Böylece Abdülhamid’in 31 Kanunusani 1304 (1888) tarihinde imzaladığı, “Musul vilayeti dahilindeki emlak-ı hümayun derununda kesretle petrol madeni zuhur ettiği ve hususiyle Tuzzormano nam mahalde yirmi kadar gaz kuyusu mevcut olup bunlardan istifade edildiği cihetle vilayet-i mezkure dahilinde çıkmış ve çıkarılacak petrol imtiyazının Hazine-i Hassa’ya itası…” fermanının hiçbir hükmü kalmadı.
Hünkâr, ailesi ve paşaları
Soldaki büyük fotoğraf, Abdülhamid’in şehzadelik döneminde çekilmiş. Sağ üstte hanedan çocukları görülüyor. Abdülhamid’in 1925’te hayatta olan dokuz eşi ve 13 çocuğu onun sahip olduğu serveti ele geçirmek için amansız bir hukuk mücadelesi verdi, ancak başarıya ulaşamadı. Fotoğraftaki üniformalı kişi, Abdülhamid’in yaverleri arasında yer alan ilk ve ünlü Osmanlı ressamlarından Şeker Ahmet Paşa. Kucağındaki de şehzade Abdülkadir Efendi.
Ohannes Paşa (altta, solda) Abdülhamid’in güvenini kazandı ve son Hazine-i Hassa Bakanlığı’nı yaptı. Sakızlı Ohannes Paşa adıyla da bilinir. Agop Paşa ise ilk Hazi- ne-i Hassa Bakanı’ydı. Padişahın hediye ettiği attan düşüp öldü.
Yorumlar kapatıldı.