AHMET İNSEL
Yükseköğretim Kurumu’yla 1982 Anayasası vesilesiyle tanıştık. Sıkıyönetim komutanlarının emriyle öğretim üyelerini üniversiteden uzaklaştıran, üniversiteleri kışlaya dönüştüren 12 Eylül sonrası ortamında, bu kurum dünyaya geldi. Amacı, bütün yükseköğretim kurumlarını tektipleştirmek, bunların otoriter eğilimli yöneticiler tarafından yönetilmesini kolaylaştırmak, iç devletin merkezinin bu tür yöneticileri yükseköğretim kurumlarının başına atamasını sağlamaktı.
YÖK, 12 Eylül rejiminin siyasal felsefesinin tasarladığı, parlamento ve hükümetten neredeyse bağımsız, başat iki-üç kurumdan biri olarak doğdu. 12 Eylül felsefesinin pek sevdiği gibi, hem üniversiteler bakanlığı işlevi görecek hem de seçim gibi muzır yöntemle oluşmayacak olan “siyaset dışı” bir siyasal güç, bir yükseköğrenim idaresi olarak tasarlandı. Arzulanan, yükseköğretim camiasına ideolojik disiplin ve denetim getirecek, bunun yanında 12 Eylül öncesinin “partizan” faaliyetlerinin üniversite kapısından adım atmasını engelleyecek bir arındırma misyonuyla da donanmış olan bir siyasal kurumdu.
Bu açılardan bakıldığında YÖK’ün konumuyla, RTÜK’ün veya 12 Eylül sonrası güçlendirilen MGK’nın konumu arasında benzerlik olduğu görülür. Üçü de 12 Eylül rejiminin başat kurumları. 12 Eylül öncesi karmaşasına tepki ile büyük ölçüde biçimlenmiş olan YÖK, üniversitelerin akademik özgürlüğü ve idari özerkliği fikrine karşı şiddetli alerjisi olan zihinler tarafından kuruldu. Yükseköğretim kurumlarının da iç yapıları bu alerjik zihinler tarafından yeniden biçimlendirildiler.
12 Eylül öncesinde de yükseköğretimin durumu parlak değildi. Türkiye toplumunun yaşadığı çatışmalardan, siyasal ve toplumsal dönüşüm sancılarından üniversiteler tecrit olamazlardı. Askeri darbe sonrasının puslu ortamında yapılan temizlikler, susturma ve bastırma operasyonlarının ardından, yükseköğretim kurumlarını toplumdan tecrit edecek kanunlar ve yönetmelikler uygulamaya sokuldu. YÖK de bu tecritin kalıcılığını sağlayacak merkezi güç olarak yükseköğretim sisteminin göbeğine yerleştirildi.
“İdeolojik çatışma” lafının “terör eylemi”yle neredeyse eş anlamlı kullanıldığı bir ortamın ardından gelen tepki, yükseköğretim kurumlarından
“ideoloji”nin çıkartılması yönündeydi. 12 Eylül siyasal felsefesinin buna bulabileceği en uygun yöntem, resmi ideolojinin bütün ideoloji alanını kaplamasıydı. Yükseköğretim kurumları, Atatürk milliyetçiliği ideolojisinin üretilip, öğrencilere aktarıldığı kurumlar olmalıydılar. O dönem iç düşman koltuğunda “komünistler” oturduğu için, bu ideolojik arındırma ve tek tipleştirme operasyonunun Türk-İslam sentezi ideologlarının katkısıyla yapılmasının bir mahzuru olamazdı. Özellikle yeni kurulan üniversitelerde böyle bir kadrolaşmaya göz yumuldu, hatta o zamanın YÖK yönetimi tarafından özendirildi.
Dersimiz, sözde Ermeni soykırımı
Bilindiği gibi Türkiye’de egemen siyasal refleks, bir toplumsal sorunun en iyi çözülme yönteminin bu konunun zorunlu ders haline gelmesi olduğuna inanır. 1990 sonlarında moda olan “brifing” yönetiminin, daha yapısal, daha sistemli bir türüdür bu zorunlu ideolojik dersler. Din ve askerlik derslerinin yanında, “Atatürk İlke ve İnkılapları” dersi de listeye 12 Eylül sonrası eklendi. Tüm yükseköğretim kurumu öğrencilerinin izlemesi zorunlu olan bu dersin varlığı, Türkiye’de yükseköğretimin bir devlet ideolojik aygıtı olduğunu neredeyse karikatür seviyesinde gözler önüne seriyor.
Önümüzdeki günlerde, Türk-Ermeni İlişkileri Milli Komitesi’nin başındaki YÖK üyesi emekli hava korgeneralin çabalarıyla, “Ermeni soykırımı” iddiaları konusundaki resmi görüş de “Atatürk İlke ve
İnkılapları” dersinin bir parçası olacak. YÖK tarafından yollanan ve üniversitelerin, örneğin Ermeni tehciri sorununda, Kıbrıs sorununda, Kürt sorununda siyasal tavır almalarını, bu konularda bütün öğrencileri
“eğitmelerini” isteyen öneri ve talepler zaman içinde olağanlaştı.
12 Eylül siyasal felsefesinin klasik özelliklerinden birisi, her alanda kurumların tek tip olmalarıdır. Bütün siyasal partiler, bütün sendikalar, bütün dernekler, bütün meslek kuruluşları kendi içlerinde benzer biçimde örgütlenmelidir ki bunların denetim ve gözetimi kolaylaşsın. Aynı şey yükseköğretim kurumları için de geçerlidir. Böylece konservatuvar, güzel sanatlar akademisi, polis akademisi, ilahiyat fakültesi ve makina mühendisliği fakültesi aynı akademik ve kurumsal standarda sokuldu!
YÖK’ün, kuruluşundan 1990’ların başına kadar icraatı Türkiye bilim dünyası açısından bir yıkım faaliyeti olarak tarihe geçecek. İdeolojik olarak kendine “yandaş” olarak gördüğü ve üniversiteleri muzır ideolojilerden temizleyecek karşı kadroların yerleştirilmesine önem verildi bu dönemde. Bu doldurma kadrolarla akademik düzeyin onarılmaz biçimde düştüğü görülünce, bunu izleyen dönemde bu kez akademik unvanların elde edilmesine belli bir asgari seviye getirilmesi, üniversitelerin yeni dallar, yeni diplomalar açması özendirildi. Ama YÖK esas misyonu olan ideolojik denetim ve disiplin misyonunu hiç gözden kaybetmedi. Bu konuda son derece güçlü yetkilerle donatılmıştı. Bir öğretim üyesini üniversiteden uzaklaştırma yetkisi yetmiyormuş gibi, ona ömür boyu kamu görevinden uzaklaştırma cezası verebilmek gibi bir idari yargı gücüne sahipti.
Rejimin iç düşman koltuğuna komünizm ve bölücülüğün ardından irtica oturtulunca, YÖK’e ve onun aracılığıyla yükseköğretim kurumlarına bir kez daha ideolojik arındırma operasyonu başlatmak düştü. Devletin daha önce koltuk çıkıp, desteklediği bazı çevrelere karşı temizlik harekatı başlatıldı. Bu çerçevede yükseköğretim kurumlarında başörtüsü, bu ideolojik savaşın yoğunlaşma simgesi oldu. Başı örtülü öğrencilerin öğrenim hakları ellerinden alındı. Bunun yanında bölücülükle mücadelede de yükseköğretim kurumları geri kalmamalıydılar. Sadece dilekçe verdikleri için yüzlerce öğrenci üniversiteden atıldı. Ama malum olduğu üzere, üniversiteler ideolojik kurumlar değillerdi. Bazı üniversite rektörleri ve üniversite senatoları, İtalya’ya boykot kampanyası veya Ermeni iddialarına karşı kampanya başlatabilirler, Kıbrıs’ta Annan planının nasıl haince bir tuzak olduğu konusunda bildiriler yayımlayabilirdiler. Bunlar ideolojik faaliyetler değil, “bilimin ışığında yapılan” mili görevlerdi.
Laiklik cengâveri
YÖK, 12 Eylül rejiminin yükseköğretim toplumunun MGK’sı olarak tasarlanmıştı ve bu işlevini pek iyi yerine getirdi. Bugün de getirmeye başarıyla devam ediyor. Bu arada akademik yaşamla ilgili olumlu işler de elbette yapıyor. MGK’nın veya RTÜK’ün aldığı her kararın yanlış veya ideolojik olmadığı gibi. Ama bütünü içinde değerlendirildiğinde YÖK, eski SSCB’nin yükseköğrenim düzenine benzer bir düzeni Türkiye’de ayakta tutmaya yarıyor. Burada söz konusu olan benzerlik, ideolojik içerik benzerliği değil, yapı ve konum benzerliği.
Bu nedenle, YÖK Başkanı’nın, kendini ve kurumunu bir siyasal muhalefet örgütü olarak algılamasına şaşırmamak gerekiyor. Çünkü başında olduğu kurum, bilimsel yaşamı akademik kriterlerle düzenlemek ve desteklemek için değil, öğrencisi, araştırma görevlisi, idari ve teknik personeli ve öğretim üyeleriyle yükseköğretim toplumunu nizam ve disiplin içinde tutmak üzere kurulmuş bir kurum. Otoriter Cumhuriyet idaresinin yükseköğretim toplumu MGK’sı. YÖK Başkanı kendini yükseköğretim konusunda ve galiba sadece bu konuda değil, benzer bir konumda görüyor; “Parlamento istediğini yapıyorsa, ben de istediğimi yaparım” diyebiliyor. Parlamentonun kararlarını “istediğini yapmak” olarak değerlendirmekle yetinmeyip, Yükseköğretim Kurulu Başkanı olarak kendisinde “istediğini yapmak” yetkisini bulan ve bunu fütursuzca dile getiren bir 12 Eylül idarecisi var karşımızda. Bu kez laikçilik silahıyla kendinde olağanüstü dönem yetkileri toplamaya çalışan, 12 Eylül rejiminin izi çok uzun yıllar kalacak olan bir mirası. Aynı 1992 öncesi “alternatif kadrolaşma” harekatının yükseköğretim dünyasında bıraktığı öldürücü etkilerin onyıllar boyu devam edecek olması gibi.
Laik yükseköğretimin amacı bilginin özgürce üretilmesi, tartışılması ve genç kuşaklara ciddiyet ve sorumluluk içinde aktarılmasıdır. Üniversitelerin akademik özerkliği bu nedenle gereklidir, süs olsun diye değil. Resmi ideolojiyi savunma işleviyle donanmış bir kurum, YÖK gibi kendini laiklik cengâveri ilan etse de, özünde laik değildir. YÖK’ün bu kurumsal konumu, bazı Avrupa ülkelerinin hatırasından utandıkları iki dünya savaşı arası uygulamalarını hatırlatmıyor mu?
Yorumlar kapatıldı.