Salı günü yayımlanan yazıda, Türkiye, Avrupa Birliği’ne girecek olsa, bu durumda en etkili mekanizmanın ne olduğuna inandığımı yazmaktan söz etmiştim. Şu günlerde Kıbrıs sorununun tartışılması epey ilginç bir nitelik kazanmış gibi görünüyor, ama onu bir gün erteleyip şimdi bu AB konusunda düşündüğümü ve gözlemlediklerimi aktarayım.
Durmadan sözünü etmek zorunda kaldığımız şu ‘siyasi elit’ kesimi var. Politikacılar ve devlet, ayrıca da medyadakilerden oluşuyor bu kesim. Onlar Türkiye adına konuşuyor, Türkiye’yi temsil ediyor, Türkiye için karar veriyorlar. Bütün bunları onlar yaptığına göre, doğal olarak, Türkiye’nin AB’ye girmesinden -ya da girmemesinden- sorumlu olanın da kendileri olacağını düşünüyorlar.
Oysa bu tam da böyle değil. Daha doğrusu, kendilerini girmemesinden sorumlu göreceklerse, evet, elhak, onlar sorumlu. Ama ‘girme’ kararında, sandıkları kadar etkili değiller.
Peki, kim etkili? Toplum kendisi.
Şimdi, Avrupa Birliği söz konusu olduğunda hem onların, hem bizim sık sık söylediğimiz bir şey vardır: orada kimin ‘karar mercii’ olduğu bilinmez. Son derece karmaşık bir yapı vardır. Zemin kaygandır vb. Bunlar doğru, dolayısıyla bu konuda da öyle ya da böyle karar verecek tek bir kişi, organ, bu tip bir merkez yok. Ama birçok eğilim var. Her konuda olduğu gibi Türkiye’nin üyeliği konusunda da kimi zaman çatışabilen bu eğilimlerin varlığı söz konusu. Siyasi çizgilerin eğilimleri olduğu gibi belirli ülkelerin de eğilimleri olabiliyor. Ama sonuçta bunların tamamının bir eşdengesi çıkıyor. Gördüğüm kadar bu noktaya bir süreden beri varılmıştı. Bu da, çeşitli kaygılar ve tereddütlere rağmen, Türkiye’nin çok da uzun olmayan bir süre sonunda üye olması doğrultusunda bir karardı. Bu karara yol açan değerlendirme, bugün Türkiye adına konuşan ‘elit kesim’in performansına ilişkin bir değerlendirme değil. Türkiye toplumunun sahip olduğu erdemler ve geliştirebileceği potansiyeller üzerine oturan bir değerlendirme.
Geçenlerde Hakkı Devrim’in yazdığı gibi Türkiye’nin kolay yutulur bir lokma olmadığı açık. Avrupa buna, Türkiye’nin buna hazır olduğundan daha hazır değil. Onun için biraz vakit istiyor. Ama bundan böyle, o vakti kısaltma veya uzatma sorumluluğu, şimdiye kadar olduğundan belki daha da fazla, bizim üstümüze biniyor.
Bizim burada bir komik durum vardır: Son Kıbrıs kavgasında bakanın sözü ya da sözgelişi, Ermeni kıyımı gibi olaylar karşısında resmi politikanın reddettiği sözü söylediğinizde kıyamet kopar ve birtakım kalemşorlar o sözü söyleyene, ‘milli sırrı’ açık ettiği için saldırır. Hani, ‘evet, öyle’ dersek suçlu çıkacağız, ‘olmadı’ diye inkâr edersek, dünyada ‘şerefli’ tanınacağız inancı.
Oysa bu gibi konular bir tek Türkiye içinde ‘sır’dır ve bizim bu sırlarımızı başımızla birlikte kuma gömmemiz dünyada kimseyi etkilememektedir. Bugünün dünyasında zaten o ‘tartışma’lardan habersiz olmak da mümkün değil. Kalemşorlar, ‘Kendi yurdunu ihbar ediyorsun’ şantajıyla birilerine kampanya açarken, dünyada bu kararları verme durumunda olanlar, sözgelişi şu konuştuğumuz, Türkiye’nin AB’ye katılması gibi bir konuda olumlu bir karara varmışlarsa, bu kararı o kalemşorlara ve onların ağababalarına rağmen vermişlerdir. O örnekten gideceksek, resmi ve yarı resmi protesto eylemlerimiz sonucunda, Türkiye’de bir Ermeni kıyımı olmadığına onları inandırmayı başardığımız için değil, bu toplumda her şeye rağmen doğru söyleme kararlılığını gösteren insanlar olduğu için, ‘Türkiye, AB’ye girmelidir’ derler.
Çünkü Türkiye’ye baktıklarında, ‘elit’lerine ve onlar yüzünden yoksun kaldığı bunca şeye rağmen, temelde sağlıklı ve sağduyulu insanlardan oluşan, doğru düzgün bir toplum görüyorlar ve ‘elit’lerinin tuhaflığından ötürü bir toplumu cezalandırmanın hikmetine inanmıyorlar.
Yorumlar kapatıldı.