İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Avrupa´da bir azınlık kültür: Hıristiyanlık – Radikal2

AHMET İNSEL

Avrupa Birliği’nin genişlemesi, birliğin harcını oluşturan değerlerin ne olduğunun daha yoğun biçimde tartışılmasını gündeme getirdi. Yakın zamana kadar açık biçimde tartışılmayan, imalarla, anlamı her yana çekilir cümlelerle geçiştirilen Avrupalılığın harcındaki din olgusu, genişleme takvimi sayesinde, taraflarının açık biçimde belli olduğu ciddi bir tartışma başlattı. Kopkoyu Katolik Polonya’nın, laik ama Müslüman bir Türkiye’nin, Katolikliği bir sapkınlık olarak görmeye devam eden Bulgar Ortodoksluğunun, bir devlet dini olan Anglikanizmin AB içinde ortaklıklarının önde gelen zeminlerinden birisi din olabilir mi?

AB’nin üç kurucu lideri inançlı birer Hıristiyan olmalarına rağmen, ortaklığın harcına dini katmamaya itina etmişlerdi. Buna karşılık, Katolik kilisesi, özellikle II. Jean Paul adıyla Polonyalı bir din adamının Papa olmasından sonra, Avrupa’nın Hıristiyan kimliği üzerine vurguyu artırdı. 1980 başlarında, II. Jean Paul, “materyalist ve tanrıtanımaz Avrupa”yı teşhir etmeye başladı. Avrupa’nın “yeniden inançlandırılması” mücadelesinin önderliğini Polonya kilisesi götürüyordu. Polonyalıların tahayyül dünyasını biçimlendirmek, fikri ve vicdani alana hükmetmek arzusuna kapılan kilise, bu amacını son derece saldırgan ve tahakkümcü bir biçimde uygulamaya koydu. Polonya’da devlet içinde devlet konumunda olan Katolik kilisesi, bütün Avrupa’ya şamil bir mesihçi projenin taşıyıcısı olacağı kanısındaydı. Bu çerçevede, Polonya kilisesi, varolan “materyalist,

ahlâki değerleri gevşemiş, inançsız bir Avrupa”ya Polonya’nın girmesine karşı çıktı.

Karşı çıktı ama bu tavrını 1990’larda hızla değiştirmek zorunda kaldı. AB üyeliği perspektifinin Polonya toplumunda yarattığı güçlü cazibe karşısında, kilise toplumun çoğunluğuyla iletişimi kaybedeceğini gördü. Aynı dönemde, Vatikan da AB konusunda tavrını hissedilir biçimde değiştirdi. Polonya kilisesinin tavrının değişmesi için II. Jean Paul büyük bir çaba harcadı. Polonyalı Papa’nın yeni hareket çizgisi, “Avrupa Hıristiyanlık için iyidir, dolayısıyla Polonya için de iyidir” değerlendirmesine dayanıyordu. Papa’nın bu şahsi gayreti, Polonya kilisesinde hiyerarşinin üst kademelerinin AB yanlısı olmalarını sağladı ama hiyerarşinin alt kademelerindeki “küçük rahipler” arasında direnen şiddetli bir aleyhte tavrı ortadan kaldıramadı.

Polonya kilisesi içinde bugün çok güçlü iki azınlık, AB tarftarları ve aleyhtarları çatışıyor. Sosyal demokrat Polonya hükümeti, bu durumda 2003 yılında Polonya’da yapılması beklenen AB’ye giriş referandumu sonuçlarını tehlikeye atmamak için, boşanma ve kürtaj konusunda yürürlükteki katı yasakları yumuşatan reform projelerini rafa kaldırmayı tercih etti. Bilindiği gibi, geçtiğimiz 3 Temmuz’da Avrupa Parlamentosu, üye ve aday üye tüm ülkeleri kürtajı yasallaştırmaya davet etmişti.

Hıristiyanlık azınlık kültürü

Katolik kilisesi, hazırlanmakta olan Avrupa anayasasının girişinde
“Avrupa’nın ortak dini temellerine”, eğer olmazsa, en azından Polonya anayasasında yer aldığı gibi “Tanrı’ya” (“invocatio Dei”) bir gönderme yapılmasını talep ediyor. Avrupa Hıristiyan-demokrat hareketlerinin bu talebe sıcak baktıkları biliniyor. Bu partilerin Avrupa’daki çatı teşkilatı olan Avrupa Halkçı Partisi, geçen Ekim ayındaki kongresinde,
“Avrupa anayasasının giriş bölümü, Avrupa’nın dinî mirasına karşı yükümlülükleri hatırlatmalıdır” diyen bir karar aldı. Alman CSU partisinin iki milletvekili, hazırlanan anayasada Tanrı’ya ve Hıristiyan inancına gönderme yapılması için bir kampanya başlattılar. Bu milletvekillerinden biri, Friedrich, redaktörü olduğu Avrupa Temel Haklar Sözleşmesi’nin yazımı sırasında da benzer bir mücadele vermiş, ama kaybetmişti.

Bu mücadelenin başarıyla sonuçlanma ihtimali yok denecek kadar az. Sadece Türkiye gibi Müslüman ülkeleri bütünüyle karşısına almamak veya Ortodoks kiliseleriyle gerginliği artırmamak için değil, esas olarak Hıristiyanlığın
Avrupa’da giderek bir azınlık kültürü olmaya başlaması nedeniyle böyle bir ihtimal zayıf. Bugün Avrupa’da genel olarak dinin ve özel olarak Hıristiyanlığın giderek bir azınlık kültürü olduğunu söylemek abartılı olmaz. Zaten bu nedenle, son dönemde özellikle Katolik kiliselerinin tavrının, azınlık oluşumlarına özgü bir “kimlik tanınması” politikasına dönüştüğü söylenebilir. Bunun işaretleri birkaç yıldan beri gelmeye başlamıştı. Örneğin Costa Gavras’ın son filmi “Amen”in afişinde Hıristiyan haçıyla gamalı haçın yan yana getirilmesine karşı başlatılan kampanyada açılan davalar tipik bir azınlık kültürü savunusuydu. Benzer bir tavır, kürtaja ve boşanmaya karşı, Hıristiyan kimliğinin simgelerinin savunulmasına yönelik, Avrupa kiliselerinin yürüttükleri günlük mücadelelerde de kendini gösteriyor.

2002 Mayısında Bulgaristan’a yaptığı ziyaret sırasında Papa, “Avrupa’nın ahlâki temellerinin yeniden tesisinin, onun Doğulu ve Batılı, Latin ve Slav, Katolik ve Ortodoks ortak kültürel ve manevi köklerinin yeniden canlandırılmasıyla mümkün olduğunu” ifade ediyordu. Bu çerçevede, Moskova kilisesine bağlılığıyla tanınan, koyu Bulgar Ortodoksluğunun kalbinde, IX. yüzyılda Slavları Hıristiyanlaştıran iki azizin hatırasını anarak, “bunun Avrupa’nın siyasi ve dini birliği için bir model” olduğunu iddia ediyordu. Papa’nın bu tavrının, Vatikan’ı hala sapkınlığın başı olarak gören ve onun yürüttüğü, Doğu Avrupa’da Moskova kilisesine karşı Ortodoks cemaatleri yanına çekme politikasına karşı tepkili Bulgar Ortodoks hiyerarşisi tarafından nazik bir soğuklukla karşılanmıştı. Yunan Ortodoks kilisesinin şiddetli muhalefetine rağmen, AB’nin baskısıyla Yunanistan’da nüfus kayıtlarından din hanesinin çıkarılması, Ortodoks kilisesinin hazmetmesi kolay değildi.

II. Jean Paul, bir yandan ulusal kiliselerin AB konusunda olumlu tavır almaları için büyük bir çaba harcarken, diğer taraftan Avrupa’da dinin
“marjinelleşmesini, şüpheciliğin gelişmesini, ilgisizliğin artmasını, ahlâki anlam noktalarının kaybolmasını” eleştiriyor. Böylece, temsil ettiği
kimliğin artık bir azınlık kimliği konumunda olduğunu da ifade etmiş oluyor. Bu nedenle, “Avrupa’nın Hıristiyan köklerine dönmemesi mümkün değildir” derken, Polonya kilisesi bunu, “Polonya, genişleyen Avrupa’da açık Hıristiyan değerlerin savunulmasını kendisine misyon olarak benimsemelidir” diyerek ifade ediyor.
Katolik kilisesinin bu kimlik tanınması siyaseti, artık onun savunmada olduğunu gösterirken, diğer yandan da laikliğin güçlü olduğu ülkelerde kilisenin, Hıristiyanlığı değil, dinlerin ortak değerlerini savunan senkretik bir tavrı benimsemeye zorluyor.

Özellikle Fransız, İspanyol,
İtalyan Katolik kiliseleri, Müslüman bir Türkiye’nin dini değerleriyle Hıristiyanlığın ortak değerlerinin birleştiği, esas olarak sekülerleşmiş bir ahlâk biçiminde tezahür eden bir “dini kültürü” savunmayı tercih ediyorlar.

Bu çerçevede, Türkiye temsilcilerinin “örnek bir Müslüman Türkiye’nin” medeniyetler çatışması tezini çürüteceğini ileri sürerek, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak Avrupa’ya kabul edilmesini savunanlar, aslında Katolik kilisesinin güttüğü, Avrupa’nın harcının dini değerlerle karılması projesine hizmet etmiş oluyorlar. Avrupa’da dinin siyasal alandan bütünüyle
çıkarılması mücadelesini verenler için ise, Türkiye’nin bu “kimlik
tanınması talebi”, Avrupa’nın belki yeni bir dinler savaşına değil ama dinler yarışmasına sahne olacağı endişesi yaratıyor.

Bugün Avrupa Hıristiyanlarının siyasi ve iktisadi işlerin yönetimine doğrudan karışma arzuları pek olmasa da, AB taraftarı Polonyalı kilise sorumlularının ifade ettikleri gibi, “Hıristiyanlar, dine karşı artan ilgisizlik karşısında, Avrupa’nın manevi birliğini yeniden kurmak” istiyorlar. Türkiye toplumu, Avrupa’nın manevi birliği içinde mi, yurttaşların özgür iradeleriyle oluşturdukları demokratik siyasal birliği içinde mi yer almak istiyor? Bu sorunun cevabı, Türkiye’nin kendini hangi Avrupa Birliği içinde görmek istediğini de aydınlatacaktır.

Yorumlar kapatıldı.