AHMET İNSEL
Türkiye’de devlet geleneği, dış dünya ile ilişkilerde resmi görüşün tüm yurttaşları bağladığını kabul eder. Resmi bir ideolojisi olmasının yanında, bu devlet geleneğinin resmi tutumu da kapsayıcıdır. Yabancılarla ilişkide olan her Türk, devletin ve ülkenin çıkarlarını gözetmek zorunda olan bir görevlidir. Dışişleri görevlilerinin önemli faaliyetlerinden biri, bulundukları ülkelerde yaşayan Türklerin “devlet ve ülke çıkarlarına” uygun davranmalarını sağlamaktır. Bu görev, bazı dönemlerde, insanların faaliyetlerinin fişlenmesi biçiminde uygulandı. Yakın zamana kadar, pasaport alması için hiçbir yasal engel olmayan yurttaşlara devlet yıllar boyu pasaport vermedi. Bu önlemin gayrı resmi bahanesi, bu kişilerin yurtdışında “ülke aleyhine faaliyetlerde bulunmasını” engellemekti. Neyse ki, son yıllarda, keyfi ve otoriter yönetimlere özgü bu pratikler Türkiye’de tarihe karışmaya başladı. Ama her alanda değil.
Dışişleri Bakanlığı, AB Ekonomik İşler Genel Müdür Yardımcılığı, 27 Ağustos 2002’de YÖK Başkanlığı’na, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) yönelik resmi tutumumuz” başlıklı bir yazı göndermiş. Yazıda, 1 Ocak 2003’den itibaren Yunanistan’ın AB Dönem Başkanlığı’nı üstleneceğine dikkat çekilip, bu başkanlık tarihinin yaklaşmasıyla birlikte, bu ülkenin AB üyeliğine aday ülkelerin katılımına açık toplantıların GKRY’de yapılması yönünde çaba sarfettiğinin gözlendiği belirtiliyor. Bu çabanın önümüzdeki dönemde daha artması bekleniyormuş.
Bu çabalar karşısında, bünyesinde yurtdışı toplantılara katılacak insanlar barındıran kurum ve kuruluşların yetkililerine, GKRY’de toplantı düzenlenmesi için yapılan girişimler ve Türkiye’de düzenlenen toplantılara GKRY’nin davet edilmesi ve katılımıyla ilgili “resmi tutumun bilgilerine teyiden sunulmasında” yarar görülmüş. Yazıda bu resmi tutum hatırlatıldıktan sonra, bu tür durumlarda nasıl davranılması gerektiği, yürütülmesi gereken taktik mücadelenin yöntemleri detaylı biçimde sıralanıyor. Örneğin, çok ısrar karşısında GKRY’nin Türkiye’ye davetinin uluslararası kuruluş tarafından yapılabileceği ve GKRY’den doğrudan Türkiye’ye geliş biçiminde olmadıkça, Türkiye’nin Atina Büyükelçiliği’nden vize almak suretiyle gelebilecekleri türünden ifadelerin, “toplantıda değil, münferiden gerçekleştirilmesinin daha uygun olacağı” belirtiliyor. Benzer biçimde, “malum politikamız çerçevesinde GKRY temsilcileriyle ikili temasa girilmediği”, bu konudaki çekincenin, Dışişleri Bakanlığı ilgili dairesiyle eşgüdüm halinde hazırlanacak bir “resmi çekince mektubu” ile ilgili kuruluşa ayrıca bildirilmesi gerektiği hatırlatılıyor. Yazının amacının ilgili kişilere, bir davet yapıp sonra “zor durumda kalmamaları için” yürürlükteki resmi tutumun hatırlatılması olduğu söylenebilir. Ama yazının ekindeki tek tip beyan taslakları niyetin pek öyle olmadığına işaret ediyor.
Hazır cevap metinleri
Herhalde sadece YÖK’e değil, dışarıyla temasta bulunan tüm kurumlara yollanmış olan bu metnin ilginç bir yanı, resmi tutum aleyhinde siyasi beyanlarda bulunulması durumunda, “ülkemiz temsilcilerince, kendiliklerinden değil, sadece GKRY’den gelebilecek herhangi bir eleştiri veya sataşmayı karşılamak amacıyla kullanılması uygun olan” hazır cevap metinleri içermesi. İlgili kişinin, katılacağı uluslararası toplantıda gaza gelip, ilk fırsatta ve kendiliğinden, İngilizce hazırlanan bu beyanları yapmaması lazım geldiği, bunların ortama göre uyarlanması gerektiği gibi ince hatırlatmalar yapmayı da ihmal etmiyor Dışişleri ilgili dairesi. Türkiye’de devletin hem tüm yurttaşları resmi görevli olarak algılayıp hem de hiçbirine kesinlikle güvenmemesinin mümtaz bir örneği var karşımızda. Ama tecrübeyle biliyoruz ki, bu beyanların
“kendiliğinden yapılmaması” ikazı o kadar da boşuna değildir. Bazı akademisyenler dahil olmak üzere, yabancılar karşısında kendini Çanakkale Savaşı’nda hisseden bol miktarda cengaver Türk vardır. Dışişleri bir istediyse, onlar beş yaparlar.
YÖK, bu yazıyı, 3.10.2002 tarihinde bir üst yazıyla ve “belirtilen hususların bilhassa yurtdışı toplantılara katılacak öğretim elemanlarına geniş şekilde duyurulması” ricasıyla üniversitelere yollamış. Üniversite öğretim elemanlarının akademik özerklikleri olduğunu, uluslararası toplantılarda ülkeyi veya devleti değil, her şeyden önce akademik olarak özerk olan üniversitelerini, araştırma merkezlerini veya kendi çalışmalarını temsil ettiklerini YÖK pek kaale almamış. Üniversite rektörleri de bu yazıyı ilgili elemanlara iletmişler.
Ne var ki devir değişiyor. Türkiye üniversitelerinde çalışan uluslararası ilişkiler akademisyenlerinden 56’sı geçtiğimiz günlerde “Kıbrıs’ta Çözüm” bildirisi yayımladılar. Basında pek yankı uyandırmayan bu bildirinin amacı, özellikle bu tür konularda resmi görüşe aykırı ses çıkarmayan akademik camianın bu konudaki değerlendirmesinin bütünüyle farklı olduğunu göstermekti. Benzer biçimde, Kıbrıs’ta da Türk ve Rum akademisyenlerden bazıları önerilen çözüm planı üzerine hem Türk hem Rum resmi görüşlerinin dışında yer alan bir bildiri yayımladılar. Uluslararası ilişki konusunda uzman bu akademisyenler, uluslararası akademik toplantılara katıldıklarında önce resmi görüşü, ardından kahve arasında kendi görüşünü herhalde savunmayacak. Dışişleri’nin işi giderek zorlaşıyor.
Resmi görüşüm, kendi görüşüm
Bir devletin resmi tutumu olması doğal. Bu tutum o devletin politikasını bağlar. Dolayısıyla resmi temsilci konumunda olanlar resmi görüşü savunmakla yükümlüdürler. Bazıları bunu kerhen yapar bazıları ise canı gönülden. Kimi resmi görüşten utandığını hissettirir ya da karşı çıkar, bu görevinden ayrılır veya bunu mümkün olduğunca yumuşatmaya çalışır. Kimi kraldan fazla kralcı olur. Dışişleri camiasında çalışanların gündelik yaşamlarıdır bu. Büyükelçilerin önemli bir bölümü emekli olunca, bambaşka telden çalmaya başlar. Ama akademisyenler, sendikacılar, işadamları, sanatçılar devlet temsilcisi değildirler ve resmi tutumu savunmak yükümlülükleri yoktur. Üniversitenin kamu kuruluşu olması onun resmi tutumu savunma yükümlülüğü olduğu anlamına gelmez. Bu kişiler, uluslararası bir toplantıda GKRY’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yegane resmi temsilcisi olduğunu, Türk ordusunun Kuzey’de işgal gücü olarak bulunduğunu veya 1915’deki Ermeni tehcirinin bir soykırım olarak değerlendirilebileceği türünden “aykırı” görüşleri savunabilirler. Bu tavırlarıyla ilgili onlar hakkında ne cezai ne de idari bir suçlama yapılamaz. Bu onların şahsi değerlendirmeleridir. Devlet politikasını da bağlamaz.
Bir toplantıya katılmak için Diyarbakır’a gelen kişi, havaalanından şehre taksiyle giderken şoförle sohbete başlamış. Sorulan sorulara şoför,
“Durumumuz çok iyidir”, “Her şey güllük gülistanlık” türünden cevaplarvermiş. Toplantının içeriğini öğrendikten sonra, başlamış OHAL’den, askerlerden, koruculardan, Özel Tim’den, açlıktan, sefaletten yakınmaya. Toplantıya gelen kişi, “Yahu, ne oldu, beş dakika önce bunun tam tersini söylüyordun” deyince, yapıştırmış yanıtı: “Beyim, o resmi görüşümdü, bu ise kendi görüşüm”.
Bu iki görüşlü, benliği yarılmış Türkiye insanını yaratan otoriter devlet anlayışının zayıfladığı, çatladığı bir ara aşamadayız. Devleti, ülkeyi, milleti, toplumu ve yurttaşı aynı düzeyde ele alan ve bunları resmi tek bir kimlik, resmi tek bir görüş potasında eritmeyi hayal eden bu otoriter geleneğin artık tökezlediğini görebiliyoruz. Resmi ideoloji üretme ve resmi görüş aşılama merkezleri, tökezledikçe panikleyip, duruma hakim olmaya devam etmek için son güçlerini kullanıyorlar. Onların yenilgisi, Türkiye toplumunun demokratik, barışçı ve çoğulcu geleceğinin zaferi olacak.
Yorumlar kapatıldı.