AB uyum yasaları içerisinde bulunan, azınlık vakıflarının mülk sorunlarıyla
ilgili yasa, beraberinde tartışmaları da getirdi. Bir kesimin, maksadı aşan yorumları, Türkiye’ye yönelik kötü emellerin uzantısı gibi gösterilmemiz bizleri ziyadesiyle üzdü.
Çok şeyler yazılıp, söylendi. Ancak, böyle bir yasaya, hangi ihtiyaçtan gerek görüldüğü pek öğrenilemedi. Bir de, bu yasanın, hele de uygulaması mümkün görülmeyen yönetmeliğinin, sorunumuza hangi yararı sağlayacağı anlaşılamadı.
Bu sorun 28 yıldır devam ediyor. Bu süredeki tüm yönetimlerden ve bizim de meclisimiz olan TBMM’den hep çözüm bekledik. Sonunda, AB uyum yasaları içerisine alındık. AB İlerleme Raporu’nda konu edildik. Buna gerek var mıydı? Konuyu, şimdiye dek sonuçlandıramaz mıydık? Böylelikle, azınlıklarına eşit haklar vermiş, demokratik bir ülke olma övüncüne sahip olamaz mıydık?
Vakıflar Osmanlı’dan kalma
Azınlıkların, mülk sorunu neydi? Verilmekte imtina edilen ‘haklar’ nelerdi? 1936 Beyannamesi diye bilinen bu sorun nasıl çözümlenebilir? Yanıtlarına birlikte bir göz atalım. Günümüzdeki, azınlık vakıflarının tamamı Osmanlılardan kalma. Bunlar, Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerine ait. Yeni yasada sözü edilen dini, hayri, eğitsel, sıhhi, sosyal ve kültürel amaçlı vakıflar. Yani, ibadethane, yetimhane, okul, hastane ve huzurevi gibi kurumlar. Osmanlı yönetiminde, gerek, Müslüman vakıfları gerekse, gayrimüslim vakıfları mülk edinemiyorlardı. Bunların her türlü mülkleri, güvenilir kişiler, mütevelliler (yöneticiler) adına kayıtlıydı. 1912 tarihli bir kanunla tüm vakıflara mülk edinebilme hakkı tanındı. Vakıflara ait olup, gerçek kişiler üzerinde kayıtlı bulunan, mülklerin bir beyanname ile tapu idarelerine bildirilmesi istendi ve vakıfları adına tescilleri yapıldı.
Cumhuriyet döneminde, Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği 1926 yılından önce var olan vakıflar, Medeni Kanun’un hükümleri dışında bırakıldı. 1935 yılında, (2762 sayılı) Vakıflar Kanunu çıkarıldı. Gayrimüslim Cemaat Vakıfları, mütevellileri Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından atanan
‘mülhak vakıflar’ arasında yer aldı. 1936 yılında, azınlık vakıflarından sahip oldukları taşınmazların beyanı tekrar istendi. Bunlar, okul, kilise, hastane ve huzurevi gibi hizmet binaları ve bunların akar teşkil eden mülkleriydi.
1949 yılında Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesine yapılan ekle ‘cemaat vakıfları’ ve ‘esnaf vakıfları’ mülhak vakıflardan ayrıldı. Bunların yönetimleri cemaat tarafından seçilen yönetim kurullarına bırakıldı. Denetim yetkileri ise Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde kaldı. Fakat, yeni kanunla ilgili uygulama yönetmeliği çıkmadı. Bu vakıfların vakfiyeleri (tüzükleri) de olmadığı için, uygulamada hep sorunlar çıktı.
Türk olmayan yabancılar
Vakıflara, mülk edinme hakkının tanındığı 1912 yılından itibaren, 1974 yılına kadar, azınlık vakıfları (akar nitelikli) mülk edinebiliyorlardı. Bunlar, genelde vasiyet ve bağış yoluyla oluyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün ve valiliğin oluruyla vakıf adlarına tescilleri yapılıyordu. (Bu konuda, olur veren yargı kararı da var.)
1974 yılında, azınlık vakıflarının mülk edinemeyeceklerine dair bir Yargıtay kararı çıktı. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 8.5.1974 E 1971/2.82 K /505). Bu karara göre, (TC kimliği taşıyan) azınlıklar Türk olmayan yabancılardı, bunların tüzel kişilikleri de taşınmaz mal edinemezlerdi. Ayrıca, azınlık vakıflarının vakfiyeleri olmadığı için, 1936 Beyannameleri vakfiye sayılıyordu. Dolayısıyla taşınmaz edinebileceklerine dair bir hüküm yoktu. (Aslında, edinemeyeceklerine dair de yok). Bir de, karşılıklılık ilkesi hatırlatılıyordu.
1974 yılı, Kıbrıs olaylarının ve siyasetin olabildiğince gerildiği yıllardı. Bu karar, Azınlıklara yönelik politikalara da uygun düşüyordu. Daha sonraları, bu yönde başka yargı kararları da çıktı. Böylelikle, azınlık vakıflarının taşınmaz edinmelerine getirilen kısıtlama 1974 yılından günümüze kadar devam etti. Bu kısıtlama devam ederken, bir başka süreç başladı.
Bu süreçte, 1936’dan 1974 yılına kadar edinilen taşınmazların vakıflar adına olan tapu tescilleri iptal edilmeye başlandı. Açıkçası, ilgili Yargıtay kararına dayandırılarak, kazanılmış haklar karşılıksız geri alınmaya başlandı.
Bu mülklerin tamamı akar nitelikliydi ve okul-kilise, yetimhane, huzurevi-hastane vakıflarına aitti. Bilindiği gibi, bu tür vakıflar hizmet üreten, sunan vakıflardır. Gelirlerinin büyük bir bölümü akar nitelikli mülklerindendir. Bir de, cemaatinin bağışlarından. Bu tür vakıflarda, taşınmazların çoğu, kullanım ömürlerini doldurdu, eskidi, onarılmaz hale geldi, arsa oldu. Ya da arsadır. Onlar, güzelim İstanbul’un sokaklarında öylece duruyor. Hiçbir taşınmaz, imar yönetmeliklerine göre yıkılıp yeniden yapılamıyor. Keza, arsa olmuş yerlere bina yapıp değerlendirilemiyor. Neden? Çünkü, vakfa yeni bir akar=taşınmaz kazandırılmış olunur.
Osmanlı, Atatürk, AB
Örneğin, zihinsel/bedensel özürlü bir çocuğunuz var. Sizden sonra, ona bakmaları koşuluyla dairenizi ilgili azınlık vakfına bağışlamak istiyorsunuz. Bağışlayamazsınız, çünkü mülkiyet hakkınızı bu şekilde kullanmanıza izin yok. Yaşlandığınızda size bakmaları koşuluyla, mülkünüzü taa Osmanlı’dan bu yana var olan huzurevine bağışlayacaksınız. Ya da bir yetimin eğitimi için yetimhaneye. Yine olmaz. Pekiyi, Hastalarının yüzde 90’ı Müslüman-Türk olan hastaneye karşılıksız bağışlamak istiyorsunuz. Daha iyi hizmet versin, teknolojik donanımda eksiklerini alsın diye. Bu da mümkün değil.
Bu ülkede, Osmanlı’dan günümüze gelen, bu gayrimüslim kurumları gibi, Müslümanlara ait kurumlar da var. Bunları, Osmanlı ayırmamış, Atatürk yönetimi ayırmamış, ama AB kapısındaki Türkiye’de bu ayırım hâlâ devam ediyor.
Yeni yasa ve yönetmelik, yukarıdaki sorunlara çözüm getirmiyor. Bizim, yeni okul açmak gibi, yeni kilise yapmak gibi, yeni bir hastaneye daha sahip olmak gibi, bir talebimiz yok. Bunları koruyalım istiyoruz. Yeni yasa ve yönetmelik, (engelli bürokratik süreçler aşılabilirse) bu tür yeni kurumların yapımına ve mevcutların ihtiyaç görülen tasarruflarına izin veriyor. Sayın Bakan’ın, çok kez söylediği gibi, bu yeni uygulamayla azınlık vakıfları, yine ‘akar amaçlı mülk edinemiyorlar’. Oysa bizim, asıl sorunumuz, vakıflarımızın, vasiyet, bağış gibi yollarla akar nitelikli mülk edinemeyişleri ve eriyip yok olan mülkleri üzerinde tam tasarruf yetkisine sahip olamayışları.
Kısaca özetleyecek olursak, bu ülkede, çoğunluğa mensup bir vatandaş, mülkiyet hakkını kendi kurumları için nasıl kullanabiliyorsa, azınlık vatandaşı da o hakkını kendi kurumları için kullanabilsin istiyoruz. Bu ülkedeki, çoğunluğa ait vakıfların mülk edinme hakları ve mülkleri üzerindeki tasarruf hakları neyse, azınlık vakıfları da o haklara sahip olsun istiyoruz.
Biz bu ülkenin asıl unsurlarındanız. Nüfus içerisindeki oranımız binde bire indi. Artık, bir alt statüye indirgenmiş vatandaş olmak istemiyoruz. Hiç kimse tarafından, sakıncalı ve dış göçlerin uzantısı gibi görülmek istenmiyoruz.
Ne istiyoruz biliyor musunuz? Kendimizle, kurumlarımızla, eşitlik, eşitlik, eşitlik…
Demokratik, bir hukuk devleti olan, ülkemizden çok şey mi istiyoruz? Ne dersiniz?
Yorumlar kapatıldı.