YILDIRIM TÜRKER
Avrupa Birliği’ne uyum sürecindeyiz. Bu süreç, bizim ömrümüzü yutmakla kalmayıp torunlarımızın hayatına da sıvaşabilir rahatlıkla. Öncelikle Avrupa Birliği’ne dahil olmak – olmamak gündemiyle bir milletin kendi iradesinden istifası dilinin meşrulaştığını görüyoruz. Birliği savunanlar da savunmayanlar da çoğunluk aynı dille çıkıyor karşımıza.
İçselleştirilmiş, vazgeçilmezliğine ikna olunmuş ilkelerden dem vuranlar, azınlıkta kalmaya mahkûm. Bir tarafta sağı solu uzun zamandır birbirine erimiş bir milliyetçilik, Avrupa’yı hep talep eden, verdiklerimizden bir türlü tatmin olmayan, daha fazla, daha fazla isteyen vahşi emperyalist olarak tanımlıyor. Bu noktada Avrupa’ya verdiklerimiz, kendimize, kendi hayatımıza tercüme edemediğimiz kimi zoraki yasal düzenlemeler, bin bir fedakârlıkla sürüklendiğimiz tavizler. Dolayısıyla Emin Çölaşan tarzı uyanık Türk unsurlar, Avrupa’nın en ufak bir duraksamasında feverana kapılıp, ‘İşte, biz dememiş miydik? Bunlar bizi almayacak. Onlara verdiklerimiz de yanlarına kâr kalacak’ diye haykırıyor. Polis devleti olmaktan kurtulmamız, işkencenin sona ermesi, idamın kaldırılması, bize yabancı, hiçbir yararı olmayan değişiklikler nasılsa. Tepemiz atarsa Avrupa’ya verdiğimiz bu tavizlerden cayıveririz.
Öte yandan, bizim genç nüfusumuza muhtaç olan Avrupa’ya baskı yapalım’cı şık bir AB savunucusu kesim var ki onların da gündemi Türkiye’de yaşayan halkların mutluluğu adına hak ettikleri değil. İyi eğitimli, refaha ermiş bu kesim de konuyu diplomaside ustalığa kilitlemiş vaziyette. Onlara kalırsa AB’ye yaklaşabilme konusu pazarlamacılığın, kıvrak masaüstü çalışmalarının, velhasıl zarif desisenin sularında seyrediyor. ‘Sultans of the Dance’i mi yollasak, Sezen Aksu’yu mu işaret etsek? Sonunda ağzındaki baklayı çıkararak ne mene ihtiyar bir statükocu olduğunu açık ediveren Derviş’e bir ‘lebbeyk’ çekip makyajını tazeleyen bu AB’ci kesimin de beyefendi gibi, Türkiye’nin ‘nevi şahsına münhasır’ bir demokrasisi olduğuna inandığı ve bu konuda Avrupa’dan anlayış beklediği anlaşılıyor. Çünkü onlarda da, ‘ne yapsak etsek de şu memleketin atmosferini daha yaşanılır hale getirsek, insan hayatı güvence altına alınsa, insanlık onuru çiğnenmese, birbirimize bakacak yüzümüz kalsa’ kaygısı görülmüyor. Tatlı dille, çürük çarık mal kakalama gayreti ön planda.
* * *
Geçenlerde televizyonda Vakıflardan Sorumlu Devlet Bakanı Ali Doğan’la yapılan bir söyleşiyi orta yerinden yakalayıverdim. Değerli Bakanımız aynen şöyle söylüyordu: “Bir halk deyişi vardır: İncir kabuğunu doldurmayacak gerekçelerle her gün patinaj yapmamak gerek.” Beyefendi engin ve zengin Türkçe’siyle, sıkıştırıldığında koalisyon ortaklarının baskısını ima ediyor, yapılabileceğin en iyisini yaptıklarından dem vuruyordu.
AB’yi kandırmak için hazırlanan, azınlık cemaatleri vakıflarının mal edinmelerini düzenleyen yönetmelik, azınlıkların medyamıza fazla sızamayan yetim sözleri gürültüye giderek, doğru dürüst bir tepkiyle karşılanmadan ‘İlerleme’ hanesine yazılıverdi.
Son yılların uygar çağdaş demokrat umut karikatürü Kemal Derviş’in vazgeçilmez ilan ettiği MGK’nın bir tavsiyesi üstüne Süryani ve Protestanlar yönetmelik kapsamından çıkarılmış. Lozan anlaşmasına göre azınlık statüsü tanınan Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerine mülk edinme hakkı tanınmış. Çünkü azınlık sınırını genişletmek, ileride topraklarımıza bir tehdit oluşturabilirmiş. Lozancılar herhalde daha iyi bilir. Lozan anlaşmasında hiçbir azınlık, adıyla sayılmayıp ‘Müslüman olmayan Türk uyruklar’ ifadesi kullanılmıyor mu? Süryanilerle Protestanları dışta tutan, Lozan mı sahiden?
Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi Vakfı Başkanı Yakup Tahincioğlu, azınlık olmadığımız halde gayrimenkul edinmekte sorun yaşıyoruz, diye yakınıyor. İstanbul Protestan Kilisesi Vakfı Başkanı Kirkor Ağabaloğlu, 1936’dan sonra tüm mülklerinin ellerinden alındığını hatırlatıyor, “Mülklerimiz için gasp edildi diyebiliriz. AB’nin de yakından ilgilendiği bu soruna yeni yönetmelikle bir çözüm getirilmeliydi. Ancak Türk Protestan Cemaati, mülk edinme hakkından mahrum kalıyor. Devlet bizi azınlık kabul etmiyor. Ben Türk’üm, Yahudi ya da Ermeni değilim ve Türk Protestan Kilisesi kurmak istiyorum. Bu hak verilmeliydi.”
* * *
Bu bilinmezler komedisi karşısında sessiz kalmak, çok önemli bir vatanseverlik gösterisi olsa gerek, bu konuda yasalar ve dediklerinden fazla anlamayan bir vatandaşı aydınlatabilecek bir tartışma zemini yaratılmıyor. MGK’nın gerçekten bir müdahalede bulunup bulunmadığı da muamma. Azınlıkların mülk edinmesi konusunda Yabancılar Hukuku’na ait ‘mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi’ nasıl uygulanabilir? Bir devlet kendi vatandaşına bu ilkeyi şart koşabilir mi?
Cemaat vakıflarının yetkilileri, kendilerine ‘bahşedilen’ yeni haklardan yararlanabilmek için olağanüstü bir bürokrasi zincirine vurulacaklarını anlayınca, “Bu işlemleri yapmaya, evraka paramız bile yetmez” diyor. Nitekim, hazırlanan yeni düzenlemeye göre, mal edinme işlemlerini gerçekleştirebilmek için yedi bürokratik aşamadan alnının akıyla çıkmak gerek. Yani Kaf dağına çıkmakla iş bitmiyor. Ejderi vurup, dağı delmek de gerekiyor.
Önce vakfın bulunduğu bölge müdürlüğüne bir dilekçeyle başvurulacak. Vilayet temsilcisinin de yer aldığı 5 kişilik komisyon, başvuruyu değerlendirecek. Edinilmek istenen mal, yerinde incelenecek. Taşınmazın vakıf tarafından kullanıldığı ve elektrik, su, havagazı faturalarının vakıfça düzenli ödendiği kanıtlanacak. Daha sonra tapu işlemleri yapılacak. Başvuru sahipleri, tapu tescilini Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne getirecek. Bölge Müdürlüğü olumlu görüş bildirirse, başvuru genel müdürlüğe gidecek. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün olurundan sonra konu Vakıflar Meclisi’nin gündemine alınarak değerlendirilecek. Vakıflar Meclisi’nden olumlu görüş çıkarsa, dosya Bakanlar Kurulu’na iletilecek. Mal edinmeye ilişkin son kararı Bakanlar Kurulu verecek. Başvuruda istenen evrakı ne benim yazmaya yerim yeter, ne de sizin okumaya sabrınız.
Ama Feriköy Ermeni Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu üyesi, Avukat Sebuh Aslagil’in sözleri, değişikliğin bahşettiği haklardan yararlanacak olanların duygularını özetliyor: “Ermeni cemaati olarak vakıf yoluyla mal edinmemizi engelleyen hükümlerde samimi bir değişiklik göremiyoruz. Yönetmelikte sadece ihtiyaç duyulan alanlarda mal edinme izni verilmesi de yanlış. Çünkü vakıflar, gelir elde etmek üzere mal edinmeli ki ayakta durabilsinler. Ama bu yönetmelik bunu engelliyor.”
* * *
Sonuçta, ‘Ne mozaiği ulan! Beton! Beton!’ diyenler kazanıyor. Kendi vatandaşlarını hep kapının eşiğinde tutan, dünyaya sunduğu reklam filmlerinde onları müsamereye itip puan toplamaya çalışan devlet, şimdi de Avrupa’yla bütünleşme planında onların asal haklarını pazarlıklara alet ediyor. Bu konuda ne azınlık statüsüne buyur edilenler, ne dışta bırakılanlar ne de çoğunluktan sayılanlar, fazlaca ses çıkaramıyor. Bu konu, hassas. Avrupa’yı birlik ve beraberlik içinde kandıracağız. Ne ‘Çırpınırdı Karadeniz’ciler, ne ‘Çıktık Açık Alınla’cılar, bu vatanın bir karış toprağını kimselere kaptırmayacak.
Ama, bu insanlar zaten bu vatanın evlâdı, bu devletin vatandaşı değil mi? Haydi onları susturdun, ‘Hıristiyan Kulübü’ diye eleştirdiğin AB’yi nasıl kandıracaksın?
Yorumlar kapatıldı.