AYBALA ALAÇAM
“Can Kırıkları”ndaki 10 öyküyü “Yerin Sesi”, “Alacakaranlık Kadınları”, “Yabancı” ve “Göç” adlı bölümlere ayırmışsınız.
Bir ay kadar kısa bir sürede öyküler ortaya çıktıktan sonra ortak temaların belirdiğini gördüm. Öykülerin yazım aşamasında uzun uzun debelenmek benim yazı tarzım açısından fazla bir şey ifade etmiyor çünkü zaten oraya varana kadar çok sabrediyorum. Kendi seslerini fazla duyurmamış insanların öykülerini anlattığımı fark edip, bunların da biraz tene batacağına hükmedip kitabıma “Can Kırıkları” dedim.
Ermeni kimliğinizi yazdıklarınıza geçmişin izinden mi aktarıyorsunuz, yoksa, şimdi ve şu anda Türkiye’de Ermeni ve kadın olmanın yansımaları da var mı?
Her ikisi de var. 23 yaşıma kadar cemaat yaşamının içinde olan biri değildim. Ermeni okulundan sonra Avusturya Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitim gördüm. Kozmopolit bir çevrem vardı. Ermeni arkadaşım yok denecek kadar azdı. Yazdıklarım beni o sırada kurulmakta olan Agos Gazetesi’ne doğru götürdü. Batı eğitimimle oraya verebileceklerim vardı ama Agos da Ermeni kimliğime dair eksiklerimi tamamladı. Bu şekilde toplumsal sorunlara da daha duyarlı oldum. Bugün Ermeniler’in yaşayacağı sıradışı bireysel sancılar yoktur. Türkiye’de yaşamak zaten hepimiz için yeterince sancılı. Bir cemaatin sosyal dokusunu sürdürmesi açısından ise çok ciddi sorunlar var. “Sonrasızöda Ermeni tehcirini yaşamış bir yaşlı kadının tesadüfen televizyonda karşılaştığı Kosovalılar’ın göçüyle birlikte kendi hikâyesine dönüşünü anlattım. Bölümün başında Tezer Özlü’den “Guguk Kuşu” ile ilgili yaptığım bir alıntı var. Bazı şeylerin ancak birebir yaşanması koşuluyla tende duyulabileceğine değiniyor. Ben de buna inanıyorum.
“Garine”, asimilasyona dair duru ama vurucu bir öykü. Otobiyografik mi?
Tanıdıklarım var, aileden değil. Birebir yaşamdan alıntılanması açısındansa, evet, otobiyografik. Özellikle Anadolu kökenli ailelerde, acılı süreç sonrası kimliğini saklamak durumunda kalanlar çok oldu. Çocuk yaşta Türk komşularına emanet edilmişlerdi. Aileleri bir daha geri gelmedi. Yeni Türk kimlikleri oldu. Çok özel hikâyelere sahip bu kadınlar, masalsı karakterlere dönüştüler. Öyle bir şey yaşamışlardı ki, çözüm bulamayacakları ya da anlatıldığında şaşabilecekleri insana dair bir acı yoktu. Her tür acıya verebilecekleri bir cevap, bir teselli vardı. Ben de onlardan bir tanesinin hikâyesini aktarmak istedim.
İnsanın kendisine ihtiyaç duyulduğunu hissettiği anda hayatını sil baştan edebilişini, yerini buluşunu, “Rüya” öyküsünde sade bir üslupla, depremle anlatmışsınız.
Bütün önceliklerin sıfırlanıp yeni önceliklerin, çok daha insani olanların ortaya çıkmasıydı anlattığım. Orada bunu sembolik bir ilişkinin bitişiyle, kişisel hayattaki bir depremle vermeye çalıştım. Bu kadar acı dolu bir öykünün içinde ek bir kişisel dram fazla romantik bulunur mu acaba diye çok endişelendim aslında. Ama o değildi, zaten romantik de değildi. Kişinin sıfırlandığı ve yeniden doğduğu bir andı sadece.
Neden Camille Claudel ve Mari Gerekmezyan?
Camille Claudel’in hayat öyküsünü okudum ve çok etkilendim. Bir yerine de sekiz gün eksik diye bir not düşmüşüm. Evinden kovulduğu, Rodin’den haber alamayıp atölyeye kapandığı sekiz gün, tek bir satırla geçiyordu. Ben orada sızabileceğim bir yarık gördüm ve sızdım. Mari Gerekmezyan’ın öyküsü ise Aktüel’den Rıfat Dedeoğlu’nun röportajıyla kamuya mal olan bir bilgiden çıktı. Bedri Rahmi’ye ait kaynaklarda satır aralarına kaydırılmış, cemaat yaşamında ise hayatıyla ilgili susulmuş bir kadın Mari Gerekmezyan. Claudel ve Gerekmezyan’ın çok tuhaf ve paralel bir öyküsü olduğunu gördüm, buldum. Gerekmezyan, hikâyesi bile yazılmamış, onun kadar bile şansı olmamış bir Camille Claudel’di. Ve ben bir borç hissettim. İki sanatçı kadının her an depremi göze almış yaşamlarını, öz yıkımı anlattım.
Can Kırıkları Karin Karakaşlı Doğan Kitap 92 s. Fiyatı: 4.500.000 TL |
Yorumlar kapatıldı.