Türkiye’nin milliyetçi ideolojisinin nasıl başından beri çok güçlü bir yabancı düşmanlığı öğesi içerdiğini fırsat buldukça yazıyorum. Çünkü bu, günümüzde de epey taraftar bulabilen ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’ propagandasının önemli bir dayanağı. Tabii, başkaları hakkında böyle (bunların pek azını alıntılayabiliyorum -daha neler var) şeyler düşünen bir toplum, onların kendisi hakkında iyi şeyler düşünmesini nasıl bekler, bu da cevabı olmayan bir soru.
Son günlerde okuduğum, Osman Gündüz’ün Meşrutiyet Romanı üstüne kitabı bu bakımdan epey zengin bir maden gibi. Hem konusu olan ‘roman’ın kendisi parlak örneklerle dolu hem de yanılmıyorsam yazar bunlara zaman zaman yenilerini ekliyor.
Örneğin, bir romanı özetlerken, şöyle bir cümle çıkıyor karşımıza: “.. Kahramanlar tiyatroya meraklı oldukları için, Behzat sık sık Burhanettin Bey’in tiyatrosuna gider. Şadiye de aktör Burhanettin’i tiyatromuzu Ermeni kumpanyalarından kurtardığı, milli bir ruh verdiği için beğenir, takdir eder. (Şadiye, s. 232)”
Bu herhalde romanda da (aynı kelimelerle olmasa da) böyle ifade edilmiştir. Romanda olmadıkça yazarın kendiliğinden böyle bir yorum yapmasına ihtimal vermiyorum.
Fakat, ‘Tiyatromuzu Ermeni kumpanyalarından kurtar’mak ne demek?
Yani, bir ‘Türk tiyatrosu’ vardı… Bir tarihte Ermeni kumpanyalarının saldırısına ve işgaline uğradı… Sonra da, ‘aktör Burhanettin Bey’ kurtardı ve tiyatromuzu millileştirdi mi?
Neydi bu ‘milli Türk tiyatrosu’? Ortaoyunu mu? Karagöz mü? Herhalde onlar değil. Zaten onlara ‘musallat’ olmuş ‘Ermeni kumpanyaları’ da yok.
O halde nedir ‘kurtarılması’ gereken Türk tiyatrosu?
Ermeniler 19. yüzyılda tiyatro yapmaya başlayıncaya kadar ‘Türk tiyatrosu’ denecek bir şey yoktu. Naum Efendi’nin tiyatrosuna yabancı truplar gelirdi. 1839 doğumlu Minokyan da ilk orada sahneye çıktı. 1840 doğumlu Güllü Agop da önce Ermenice oyunlar oynardı. Sonra ilk çeviri oyunları sahneye koydu ve Gedikpaşa’da Osmanlı Tiyatrosu’nu açarak 1870’ten itibaren yerli oyunları da oynama tekelini elde etti. Namık Kemal’in coşkunluğa ve dolayısıyla sürülmesine yol açan Vatan’ı da burada, 1873’te oynanmıştı.
Ermeni şivesiyle konuşan oyuncular, klasik esprilerimiz arasındadır. Bu sevgiyle anılacak, dostça gülünecek bir olgudur, sonuçta. Nitekim, sık sık da eğlenceli programlarda hatırlanmış, taklitleri yapılmıştır. Bu gibi şeyler. Ermeni kardeşlerimizin de alınmayacağını sanıyor ve diliyorum.
Ama böyle ‘şive’ gibi şeylerden ötürü ‘tiyatromuzu Ermeni kumpanyalarından’ kurtarmak gibi lakırdılar etmek, hem ayıp, hem de aslında yalandır. Çünkü bugün ‘Türk tiyatrosu’ diyeceğimiz bir şey varsa, bu, Ermenilerin emekleri üzerinde kurulmuştur.
Bu cümle bir ‘Meşrutiyet’ romanında geçmiş veya orada geçen cümlelerden özetlenmiş. O aynı Meşrutiyet’in son yıllarında, 1918’de ilk olarak genç Türk kadınları Darülbedayi’de oyunculuk öğrenmeye başlıyorlardı. Onlardan biri, Afife Jale, 1920’de sahneye çıktığı için tiyatrosu polis tarafından basıldı. 1921’de de Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaklandı.
Afife Jale’nin bu gibi travmatik olaylarla hayatının altüst olduğu bilinir. Sonunda Bakırköy’deki hastanede acıklı ömrünün sonunu getirdi.
Olgular bunlarken, ‘tiyatromuzu Ermeni kumpanyalarından’ kurtarmak gibi sözler söylenmesi neyin nesidir. Hangi dürüstlük, hangi vefaya, nereye sığar?
Yorumlar kapatıldı.