“…Bazı Venedikliler, yüzyıllar önce, atalarının, Türkiye’nin Batı Karadeniz kıyılarından Venedik’e gittiğini iddia ederek, Türkiye’nin bu yöresindeki kentlerle Venedik arasında kültürel işbirliği ilişkileri kurulması gibi faaliyetlerde bulunuyorlar. Yabancılar Türkiye’de şehir devletleri kurmaya çalışıyorlar. Türkiye önce yerelleştiriliyor, sonra küreselleştiriliyor ve bütünlüğü bozulmaya çalışılıyor…”
Mealen aktarılan bu sözler, geçen hafta sonu, özel bir televizyon kanalında yapılan bir açık oturum programında MHP’ye mensup siyasilerce dile getirildi. Program, cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmeleriyle ilgiliydi ve bu konuda, yıllardır süren hukuki sorunun, uyum yasaları kapsamında yapılan yasal değişiklikle giderilmeye çalışılmasından sonra, yapılması gereken idari faaliyetlerin tartışılması bekleniyordu.
İşte yukarıda aktardığım sözler ve aynı minval üzre süren açıklamalar, aslında yapılan o yasal ‘iyileştirme’nin Türkiye’nin ulusal çıkarları bakımından nasıl da aleyhe gelişmeleri teşvik edeceğine dair bir örnek olarak sunuldu. Ve konu, bu alacakaranlık kuşağı ortamında, güya tartışıldı; tehditler, hakaretler, iftiralar, kaynağı belirsiz suçlamalar ve yayın etiği hiçe sayılarak..
Bu hukuki sorun konusunda, programa katılan MHP’li siyasilerin ve görüşünü telefonla açıklayan MHP’li Bakan Faruk Bal’ın da sık sık dikkat çektikleri tehlike, yapılan yasal değişikliğin bir ‘mütekabiliyet’, yani karşılıklılık esasını öngörmemiş olmasıydı. Bununla kastettikleri şu: Cemaat vakıfları diye adlandırılan vakıflar, Lozan Barış Antlaşması’nın ilgili hükümleriyle tanınmış hakları kullanan gayrimüslim azınlıklara aittir. Bu durumda, Türkiye’de yaşayan bu gayrimüslim cemaatlerin kendi soydaşlarının kurduğu ulus – devletlerde yaşayan Türklerin haklarına karşı bir sınırlama yapılıyorsa, biz de, burada, ülkemizdeki o azınlık mensuplarına karşı aynı nitelikte bir uygulamada bulunarak, bu müdahalelere karşı tepkimizi göstermeliyiz. Yapılan yasal değişiklik, bu ‘hassasiyeti’ yansıtmalıydı. Böylece, hemen hatırlanan bir örnek, Yunanistan’ın Batı Trakya’daki Müslüman ve Türk azınlığa yönelik ayrımcı politikasıdır ve bu, Türkiye’de de ayniyle karşılık bulmalıdır.
Bazıları, Lozan Antlaşması’nda, Türkiye’deki gayrimüslimler için tanınan hakların, Yunanistan tarafından, kendi ülkesindeki Müslüman azınlığa karşı da aynen tanınmış olacağına ilişkin yükümlülüğü (madde 45) bir ‘mütekabiliyet’ zannedip, yukarıda aktardığım biçimde bir tepki tarzını da bunun icrası olarak savunup durur.
Azınlıkların korunmasıyla ilgili hukuk kuralları, bugün, insan haklarının korunması bağlamında değerlendirilen konulardır. Lozan Antlaşması’nın azınlıklara ilişkin o hükümleri de bu niteliktedir. Bunların ihlali halinde nasıl bir karşılık gerektiği konusunda, uluslararası hukukun öngördüğü temel kural şöyle açıklanabilir: İnsanların korunmasına ilişkin bir uluslararası antlaşma hükmü, bu antlaşmayla bağlı bir devlet tarafından ihlal edilirse, o antlaşmayla bağlı diğer devletler, buna karşı tepkilerini ortaya koymak için, kendi ülkelerinde de benzeri bir ihlal tavrı içinde olamaz. Onlar, o kurala uygun davranmak ve hakları korumaya devam etmek zorundadır. (Merak edenler için kaynak: Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, madde 60, paragraf 5). Bu kural, tüm insan hakları antlaşmalarından doğan yükümlülük kavramının da temelini oluşturur.
Bu durumda, Yunanistan’ın Batı Trakya’daki sınırlayıcı azınlık politikası mazeretinin, Türkiye’nin kendi ülkesindeki benzeri bir muamele tarzına esas oluşturmasını savunmak, en azından hukuku bilmemektir.
Bu gibi konuları bilmeden ya da bilenlerin, bildiğini açıklamasına şiddetle olanak vermeden bir program yapmaksa, RTÜK Kanunu’nun 4. maddesinde açıklanan yayın ilkeleri arasında belirtilen, (b), (i), (k), (l), (s) ve (v) paragraflarının ihlali anlamına gelebilir.
Kısaca değinmek gerekirse: Din farkı gözeterek halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya toplumda nefret duygularının oluşturulması; kişilerin manevi şahsiyetlerine eleştiri sınırları ötesinde saldırıda bulunulması; soruşturulmadan ve doğruluğundan emin olmadan yayın yapılması; hiç kimsenin suçlu ilan edilmemesi veya suçluymuş gibi gösterilmemesi; haberlerin yayımlanmasında tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluk ilkelerine bağlı olunması; program hizmetlerinin bütün insanların insan onuruna ve temel haklarına saygılı olması; yayınların şiddet kullanımını özendirici veya ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması.
Yorumlar kapatıldı.