ÜNAL BİLİR
Doksanlı yıllardan günümüze değin Türkiye’de medya ve sivil toplum örgüt(lenme)lerinin önderlik ettiği, ‘azınlıklara’ ya da ‘altkültür kimliklerine’ yönelik bir ‘yeniden mozaik keşfi’ hareketine tanıklık ediliyor ve bu hareketin hızını giderek artıracağına kuşku yok. Kemalist devlet ideolojisinin Türk ulusuna ait olmaya dair kabullenmeyi Türklük için yeterli saydığı Cumhuriyet’in ilk evrelerinde geri plana itilen veya yok sayılan ancak sayıları kırkı aşan ve kendilerini etnik ya da dinsel olarak bir şekilde farklı olarak tanımlayan bu gruplar doksanlı yılların başından beri ‘bir keşfedilme hareketinin’ baharını yaşıyor.
Önceleri entelektüellerin ‘gastronomik’ farklılık arayışlarına alternatif bir liman görevi yapan Rum balıkçılarında, Ermeni kı-raathanelerinde veya ada halklarının şarap mahzenlerinde başlayan bu yeniden keşif hareketi, sonraları gezi ve coğrafya dergilerinin özgün kareler peşinde koşan fotoğrafçılarınca terk edilmiş mabetler ve ritüel olarak tekrarla-nan panayırlar halinde objektiflerden topluma yansıdı, ardından müzik ve dinsel yaşamla ilgili öğeler başta olmak üzere Anadolu coğrafyasındaki folklorik değerleri gün yüzüne çıkarma aksiyonuna dönüştü. Bu keşif hareketinin Türkiye için olumlu bir kazanım olduğunu elbette -çok az bir kesim hariç kimse yadsımıyor, ancak alt kimliklerin ve ‘azınlık’ kültürlerinin keşfine yönelik bu furyada gözlerden kaçmayan bir husus var.
Nedenlere bakış
Gerek Rum, Ermeni, Musevi ve Süryani gibi nüfus dağılımında dar bir yer işgal eden azınlıkların kültürel kimliklerine yönelik keşiflerde gerekse Kemalist ideolojinin söylemiyle çatışma potansiyelini taşımayan kültür öğelerinin vitrine konmasında kendini belli eden hoşgörüyü ve ‘mozaik aşkını’, başta Kürtler olmak üzere belirli bir ‘tehdit’ potansiyeline sahip dini-etnik cemaat ve toplulukların kültür öğelerine karşı görmek olası değil. Bu çarpıklığın analizine geçmeden önce söz konusu bu yeniden keşif hareketinin nedenlerine eğilmek gerekiyor.
Gerek koloniyal bir geçmişe sahip ülkelerdeki yerel olmayan azınlıkların yetiştirdiği kuşakların evrensel başarıları, gerekse gelişmiş ülkelerdeki yabancı işçilerin üçüncü kuşağından uluslararası arenaya yansıyan pozitif değerler ve bu ülkelerin bunları pazarlamadaki başarısı, kuruluşu aşamasında topraklarında yaşayan vatandaşlarını Türk ulusu adı altında toplamayı kendine ilke edinmiş Türkiye’yi, sahip olduğu mozaiği ayrıştırma zorunluluğunda bıraktı. Demokratik bir erdemden çok olimpiyat başvurusu ve turizm için kabullenilmiş faydacı bir davranış halinde kendini belli eden bu yeniden keşif hareketini hızlandıran başka bir etken de ‘Osmanlılık Ruhu’nun geri dönüşü oldu.
Lozan’dan AB’ye
Osmanlı’nın küçülüp Anadolu’ya sığmasına bir türlü alışamayan milliyetçi çevreler için ‘efendilik’ geleneğinin devamına olanak tanıyan eski ‘tebaanın’ geri dönüşü, minyatür bir teselli kaynağı oldu.
Onların bu konudaki çabaları başta AB olmak üzere uygar dünyayla kozmopolit bir topluma sahip olma erdemi konusunda rekabete giren Türkiye’nin girişimleriyle örtüştü. Örneğin dinsel ve kültürel yaşamları Türkiye ile Yunanistan arasındaki politik tartışmaların oyuncağı olan Rumlara ilk diyalog elini uzatan kişilerden biri olan Fethullah Gülen’in girişimi, böylesi bir ‘reayayı’ toplama operasyonuydu ve Türk basınının yayınları ile Yunanistan’ın maşası konumuna düşen ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin parlayan yıldızına paralel olarak irtifa kaybeden Fener Patriği de Gülen’in uzattığı bu zeytin dalına hararetle yapıştı. Lozan’a göre ‘azınlık’ adını alan ve AB uyum yasaları çerçevesinde özgürlükleri genişletilen yurttaşların eğitimden dinsel yaşama değin sosyal sorunlarına ve küçük bir cemaat olmalarının zorluklarına dair yayınlar her geçen gün daha da artıyor.
Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze değin bu topluluklarla egemen kültürün ve devletin ilişkileri tarihsel süreç içinde yeniden yorumlanırken, medya, sivil toplum örgütleri veya resmi kuruluşların ‘tehlikeli potansiyele sahip’ Kürtler ve diğer dinsel-etnik topluluklarla ilgili isteksizliği ve önyargıları onların ‘azınlık’ değil, ‘çoğunluk’ olmalarına rağmen gözlerden kaçmıyor. En son, Sezen Aksu’nun ‘Türkiye Şarkıları’ konserinde görülen bu mozaik keşfinde göze batan çarpıklık, Kürt veya tasavvuf müziğini Kültür Bakanlığı’nın kontrolündeki Efes Antik Tiyatrosu’nun sahnesine taşıyabilmek için Ermeni, Musevi ve Süryani müziklerinin partnerlik etme zorunluluğunda kalması ile bir kez daha anlaşıldı.
Turizme yönelik yurtdışı fuar, toplantı ve gösterilerde her fırsatta Anadolu’nun uygarlıkların beşiği olduğunun altını çizen, Hıristiyan hacıları davet eden, dahası cemaati yok olmaya yüz tutmuş kilise ve havralarla dinsel çeşitliliğin varlığını kanıtlamaya soyunan Türkiye’nin bu tanıtımı, niçin Fener Rum Patrikhanesi ve onun yanı başındaki Draman semtinin Müslüman sakinlerini yan yana görüntüleyerek yapmadığı dikkat çekici. Çünkü Türkiye, Fener’in sakinleri ve Draman’ın sarıklı cüppelileri arasındaki bu yaşanan radikal birliktelikte bir kontrast keşfedemediği gibi, mozaiğin burasındaki ‘kültürel renkliliğin’ varlığından da hoşnut değil.
Oysa, bir azınlık cemaatin şarap festivali, Nakşi tarikatının zikir merasimi ve Kürt düğünü sosyolojik olarak Türkiye’nin renklerinden; onların vitrinindeki yerlerine karar verirken kişisel dünya görüşlerinin kalıbına uyup uymadıklarına bakmak, evrensel hoşgörünün prensipleri ile bağdaşmıyor.
Yalnız Türkiye değil
Ancak Kürtlerin ve diğer etnik-dinsel toplulukların, demokratik hukuk devleti ve uygar normlarla bağdaşmadığına hükmedilen çoğu kültürel değerinin AB kanadından gelen dayatmalarla sağlanan zoraki kabulü aşamasında kendini belli bu isteksizlik ve destekten mahrum etme alışkanlığı, yalnızca toplumsal hastalıklar için elverişli bir bünye olan Türkiye’ye has değil.
AB’nin moral kriterlerine patent vurmakla ünlü Almanya bile bu hastalıktan kurtulmuş değil. Çingeneler ve Danimarkalılar başta, nüfusları Türkiye’deki azınlıklara denk düşen ‘Frise, Sorbe’ gibi etnik gruplara verilen hakları ve onların kültür mirasına sahip çıkılmasını, bu bağlamda TV yayınları yapılmasını destekleyen Almanya siyasi oluşumları; sosyal demokrat olsun Hıristiyan-muhafazakâr olsun, başta sayıları iki milyonu geçen Türkler olmak üzere yabancıların kültürel haklarını tanıma ve destekleme aşamasında yan çizmeyi tercih ediyor.
‘Hâkim kültür’ söylemi
Amaçlarının yabancıları Alman kültür düzlemine çekmek olduğunu söyleyen, Alman vatandaşı olsalar bile yabancıların başta dil olmak üzere, kültürel değerlerini yaşatma çabalarını ‘entegrasyona engel’ deyip engellemeye çalışan, egemen Alman kültürü dışında bir azınlığın oluşumuna asla izin verilemeyeceğini vurgulayan Almanya’nın ‘anayasal temel değerler’ ya da Hıristiyan-demokrat CDU tarafından ortaya atılan şekliyle ‘hâkim kültür’ söylemiyle özetlenen bu tavrı, karşılığını Türkiye’de ‘politik simgeli kültürel isteklere hayır’ yaklaşımında buluyor.
Almanya, kültürel destek yaklaşımını nasıl bu azınlıkların Alman toplumunun egemen kültürü ve geleneği için ‘tehdit’ unsuruna sahip olmadığı yaklaşımından hareketle biçimlendiriyorsa, Türkiye de kendi coğrafyasını vatan seçen kültürel değerleri vitrine koyarken, bunların suya sabuna dokunmayan cinsten olmasına dikkat ediyor. Kürtlerin yahut diğer etnik-dinsel toplulukların kültürel taleplerine ‘bir şeyleri simgeliyor’ kaygısıyla ya da ‘Truva atı’ korkusuyla karşı çıkmak kültürlerin seyir güzergâhı olan Anadolu’da barışçı ve çok renkli bir toplumu ortaya çıkaramayacağı gibi, onu ‘olimpiyat başvurusu için kullanılacak yararlı bir müzeye’ dönüştürmekten çok, kültürlerin çatıştığı ve birbirine üstünlük sağlamaya çalıştığı bir kaos ortamına sürükleyecektir.
Ünal Bilir: Hamburg Üniversitesi, Yakın Doğu Tarih ve Kültür Departmanı
Yorumlar kapatıldı.